Askerlik Ve Sehitlik

Foto 1 is basvurusu yap Foto 3 Foto 4 Foto 5 Foto 6 Foto 7 Foto 8 Foto 9 Foto 10 Foto 11 Foto 12 Foto 13 Foto 14 Foto 15 Foto 16 Foto 17 Foto 18 Asti-Turizm  Farsca Evlilik ilanlarim is ilanlarim Turk Starlar Yerli Arabamiz Fenerbahce  Kahve Fali Havaalanlarimiz Antik Kentler Turizm Tanitim Sehitlerimiz  iletisim Bilgilerim Turkiye Turu Dugun Gelenekleri TBMM Kpss Test Kpss Test 2 Gezici Rehber Gezici Rehber 2 VOLKSWAGEN 1303 Anadol STC Teror Memur Haberleri Web Sayfasi Yapilir Kaybolan Meslekler Alocular Dikkat Twitter Takipci Nosalji Anilar Marka Hikayeleri Kangal  Evlenmek istiyorum Troleybus Gida Teroru Ek Gelir israil Boykot Yerel Medya Otel ik Siyaset Edebsizlik Derin Haber Yolsuzluk Aile Askerlik-Sehitlik Hz Muhammed Gundem evlilik programlari Baskent Sehirlerarasi Firmalar



Türk Askerin Afganistan’da Ne İşi Var?

CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu yerinde bir soru sordu: “Bizim Afganistan’da ne işimiz var?” Cevap şu: “NATO İttifakı çerçevesinde Türkiye, Afganistan’da da asker bulunduruyor.” Cevabın destekleyici argümanı emperyal nitelikte: “Küresel oyuncu olmak istiyorsan, dünyanın her yerinde var olmalısın.”

Gurur okşayıcı ama kendi başımıza mı küresel oyuncuyuz, yoksa asıl “küresel hegemonik gücün bize çizdiği çerçevede” mi hareket ediyoruz? Mesela NATO ve ABD olmadan Türkiye herhangi bir İslam ülkesine asker gönderebilir mi? Ya da İslam ülkeleriyle bir “İslam barış gücü” oluşturup kriz bölgelerine müdahale etme fikrini ortaya atabilir mi? Elbette hayır.


Afganistan’da NATO’ya bağlı Uluslararası Güvenlik Yardım Kuvveti (ISAF) çerçevesinde görev yapan Türk askerlerini taşıyan helikopterin düşmesi sonucu 12 askerimiz ve 4 sivil Afgan hayatını kaybetmişti. (Mart 2012)





Bir İslam ülkesinin halkına karşı Mehmetçik savaşmayacağına göre, işgalcilerin safında yer alıp ona lojistik destek sağlamasının anlamı nedir? Dahası işgalci güçler, bin sene İslam’ın bayraktarlığını ve müdafiliğini yapmış bir devletin bakiyesi olan Türkiye’den bir güç bulundurmak suretiyle, işgallerinin ne kadar meşru ve kabul edilebilir olduğunu anlatmaya çalışıyorlar.

Müslümanların üzerinde yaşadığı topraklar Müslümanların vatanıdır. Afganistan bizim de vatanımızdır. Eğer vatanımız konusunda bir hassasiyetimiz varsa, nerede ve kimlerin safında durduğumuza bakmamız gerekir. 1979′da Sovyet Rusya işgali başladığında, Anadolu’dan yüzlerce genç Afganistan’ın yolunu tutup mücahitlerin safında Sovyet işgaline karşı savaştılar, kimi şehit oldu kimi gazi. Bu insanlar doğru bir tercihte bulunmuşlardı. Bir İslam ülkesi işgale uğradığında bütün Müslümanlar olup bitenden sorumludur. Çünkü Müslümanlar yeryüzünde “bir vücut gibidirler, bir yerine diken batacak olsa bütün bünye bundan rahatsız olur.”

1980′lerde cihadın önemli isimlerinden Hizb-i İslami’nin lideri Gülbeddin Hikmetyar, yardım talep etmek üzere Erbakan Hoca ile temas kurduğunda bugün Başbakan konumunda olan R. Tayyip Erdoğan’la da görüşmüş, ondan yardım talep etmişti. Erdoğan, seve seve yardım sözü vermişti. Türkiye Müslümanlarının Afganistan cihadına verdikleri maddî, beşerî ve manevî desteği Afganlılar hiçbir zaman unutmuyorlar. Hikmetyar dün Sovyet işgaline karşıydı, bugün de Amerikan işgaline karşı. Afganistan’da işgal devam ediyor, işgalciler değişti sadece

Gülbeddin Hikmetyar ve Tayyip Erdoğan

Yeni konumumuzda Afganlılar acaba bizi nasıl algılıyor? Kamu diplomasisinin halkla ilişkiler propagandasına bakmakla yetinirseniz, “Türk askerinin Afganistan’daki varlığı”ndan hem işgalciler hem toprakları işgal edilenler memnun. Böyle bir şey olabilir mi? Zıt iki duygunun telifi eşyanın tabiatına aykırı.

Afganlılar, Abdülhamit’ten kalma Hilafet ve İttihad-ı İslam’ın aziz hatırasına dayanarak Türklere olan derin saygılarını korumaya çalışıyorlar. Hind yarımkıtası Müslümanları -Hindular, Pakiler, Afganlılar- tenekeler dolusu altın gönderip Anadolu’da İngilizlere, Fransızlara, İtalyanlara karşı verilen savaşın finansmanına katıldılar. Bugün aynı ülkeler NATO adı altında Afganistan’ı işgal etmiş bulunuyorlar ve biz onların safındayız. Afganlılara borcumuzu böyle mi ödeyecektik? Bire bir konuştuğunuzda hiçbiri -elbette işgal gücüyle zoraki iktidarda tutulanlar hariç- Türklerin işgalcilerle aynı safta bulunmalarından mutlu değil.

Genelkurmay’ın açıklamasına göre “TSK mensupları, Afganistan Ulusal Güvenlik Güçleri’ni eğitmek ve Afganistan halkına güvenlik, istikrar ve gelişme konusunda yardım etmek maksadıyla bulunmaktadır.” Başbakan’a göre “savaşmıyoruz, lojistik destek sağlıyoruz”. Biri diğerinden berbat iki gerekçe. Afganistan’ın acil sorunu işgalin sona ermesi, merkezî bir hükümetin kurulmasıdır.

Türkiye, Afganistan’da yaşanan sivil katliamlara kulaklarını tıkamış bulunuyor. Masum siviller katledilir, Kur’an müshafları yakılırken Karzai kadar bile olsa tepki vermiyor. Mavi Marmara’dan sonra Arap âleminde karikatürlere alay konusu olduk, Hind yarımkıtasında yakın tarihten getirdiğimiz kredimizi de tüketmek üzereyiz.

12 askerimizin içinde bulunduğu “helikopter kazası” ise hayli kuşkulu. Daha somut ve detaylı bilgilere ihtiyaç hissettirecek ilginç “bir kaza” gibi görünüyor.

Evet, bu konuyu tartışmanın zamanı gelmiştir: “Afganistan’da ne işimiz var?”

(Ali Bulaç, Mart 2012

İktidarlardan hesap sorulamayan rejimin adı demokrasi değildir!

Afganistan’da şehit olan askerlerin de, Uludere’de katledilen Kürt köylülerinin de hesabı öncelikle siyasal iktidardan ve onun başı olan başbakandan sorulur, başka kimden sorulacak ki, eğer rejimin adı demokrasi ise. Tayyip Erdoğan kürsüye çıkınca, önünde bir mikrofon bulunca, sesini yükseltmeden konuşamıyor, üslubunu da pek tutturamıyor. Özellikle üslubundaki irtifa kayıpları doğrusu bir başbakana yakışmıyor. Dün partisinin Meclis grubundaki konuşması da maalesef farklı değildi. Üslup meselesini geçiyorum. Çünkü öyle bir seviyeye inerek kendimi bugüne kadar savunmadım, bundan sonra da savunacak değilim. Ama bu demek değildir ki, bazı haksız iddialar yanıtsız kalacak.

Her şeyden önce Hasan Cemal olarak hayatını kaybeden askerin de, polisin de, (elbette dün Cudi dağında şehit düşen 5 özel harekât polisi için de) PKK’lının da, sade vatandaşın da acısını her zaman yüreğimde hissettim, bugün de hissediyorum. İnsan olan, vicdanı olan herkes o acıyı hisseder. Bu ölümlerin acısını uzun yıllardan beri hissettiğim için de bugüne kadar savaş için değil barış için mücadele ettim kalemimle. Ve barış için yazılarımı, kitaplarımı yazmaya başladığımda Tayyip Erdoğan daha henüz siyaset sahnesinde yoktu. Hep aynı sesi verdim: Yazıktır, günahtır şehitlere, hayatını kaybedenlere. Devletin bu politikaları çıkmaz sokaktır, sorunu çözmez derinleştirir; devletin bu politikalarıyla ne kan durur, ne de anaların gözyaşı.

Yıllar böyle geçti. Sahnedeki başbakanlar değişti ama kan ve gözyaşı durmadı. Bugün de farklı değil. Analar ağlamaya devam ediyor. Ama haksızlık etmek istemem. 2011 genel seçimlerine kadar Başbakan Erdoğan’ın Kürt sorunu konusunda artıları eksilerine ağır basıyordu. Bu nedenle de benim Erdoğan’a eleştirim değil desteğim ön plana çıktı. Ama sonra Erdoğan milliyetçiliğe fena halde gaz vermeye, MHP lideri Bahçeli gibi elinde yağlı urgan nutuk atmaya başladı meydanlarda. Kendi özel temsilcisini Kandil’in karşısına oturtabilecek kadar yürekli davranabilen bir Başbakan, KCK operasyonları ile siyasetin alanını daraltmaya ve 1990’lara benzer biçimde sorunu yine tek boyuta, ‘terörle mücadele’ye indirgeyen güvenlikçi bir anlayışa yöneldi. Ben de kendisini eleştirmeye başladım. Çünkü, daha önce denenmiş olan bu yolla, Kürt sorununun silah ve şiddetle bağını koparmak ve barışçı çözüm rayına oturtmak mümkün olamazdı.

Bu konuda hiç kuşkusuz PKK’nın, Kandil’in ya da İmralı’nın eleştirilecek yanları vardır. Hem bu köşede, hem son kitabım Barışa Emanet Olun’da PKK’ya yönelik eleştirilerime yeterince yer verilmiştir. Bu bir. İkinci noktaya gelince. Devletin yanlış politikalarıyla dökülen kanların hesabını verecek olan en başta siyasal iktidarlardır. Başbakanlardır! Evet, Afganistan’da şehit olan askerlerimizin hesabı da, Uludere’de Türk savaş uçaklarının saldırısıyla hayatını kaybeden Kürt köylülerinin hesabı da öncelikle ‘sivil otorite’den ve onun başından sorulur. Yani Başbakan Erdoğan’dan. Demokrasiler böyle işler. Demokrasilerde, butik devletmiş değilmiş gibi sıradan tariflerle sorumluluktan kaçılamaz. Demokrasilerin ete kemiğe bürünmesi ancak hesap sorma-hesap verme mekanizmasıyla mümkündür. Gazeteci milletinin demokrasilerdeki en önemli işlevi de, bu mekanizmanın düzgün çalışabilmesiyle ilgilidir. Demokrasilerdeki iş bölümü basittir. Siz yönetirsiniz. Biz de eleştiririz. Bu kadar! Son söze gelince: İktidarlardan hesap sorulamayan rejimlerin adı demokrasi değildir, olamaz.

(Hasan Cemal, Mart 2012

En Ucuz Asker Bizim Asker

Başbakan Tayyip Erdoğan, aylardır merakla beklenen “bedelli askerlik” koşullarını açıkladı:
30 yaş, 30 bin lira!
Salondan beklenen alkış çıkmadı.
Yaş da yüksek, bedel de yüksek bulunmuştu.
Başbakan niye böyle olduğunu izah etti hemen:
1- Terörle mücadele zaafa uğramasın diye,
2- Elde edilecek gelirle şehit ve gazi ailelerine sosyal yardımlar, tesisler yapılsın diye.
Böylece, bedelli aşağı bedelli yukarı tartışması da şimdilik bitmiş oldu.

Askerlik Yan Gelip Yatma Yeri Değildir

Bedel Var, Askerlik Yok

Peki bu düzenlemeye “bedelli askerlik” demek ne kadar doğru?
Ortada bir bedel var ama askerlik yok. Bedelini ödeyen bir gün bile askerlik yapmayacak. Hiç kışlaya gitmeyecek.
21 gün olsa bile temel askerlik eğitimi görmeyecek.

Parayı Verecek Tezkereyi Alacak

O halde buna “bedelli askerlik” değil, “askerliğin bedeli” desek daha doğru olmaz mı?
Askerlik şubesi yerine banka şubesi
Eskiden celp dönemlerinde, askerlik şubelerinde kuyruk olurdu. Şimdi askerlik şubelerinde değil banka şubelerinde kuyruk olacak.
İster misiniz bir de televizyonda banka reklamları başlasın:
- En ucuz asker bizim asker!
Veya:
- Faiz ödeme, katılım payı öde, faizsiz bankacılık bizde!
Bankalar arasında yarış başladı bile

Askerlik Banka Faiz Soygunlarına Yağ Sürme Yeri Değildir !


Askerlik Şubesi Bir Banka Şubesi Yeri Değildir

Parası Olmayan Ne Olacak?

Kamu hizmetleriyle ilgili düzenlemelerde eşitlik esas olmalı.
Bir bedel karşılığında askerlik hizmetinden muaf tutulmak bir “yasal hak” olarak düzenleniyorsa, bu hak eşit olarak verilmeli.
Paran yoksa kredi al, demek de bu eşitliği sağlamaz.
Bu açıdan bakıldığında, bu parayı ödemesinin mümkün olmadığı belgelenenler için bedel yükümlülüğü olmamalı.
Amaç bakaya birikimini eritmekse, parası olmayan da yararlanmalı

Askerlik Ucuz Havalar Atma Yeri Değildir !


Askerlik Beleş Rutbe Alma Yeri Değildir

Kaçak Ordu

Yetkililer bedel ödeyerek askerlik hizmetinden muaf tutulacakların sayısının 460 bin civarında olacağını açıkladılar.
Demek ki 460 bin genç bir şekilde askerden kaçmış.
Genelkurmay Başkanlığı silah altındaki er ve erbaş sayısını 465 bin olarak açıkladı.
Demek ki bizde dünyanın 6. büyük ordusundan iki tane varmış, biri kaçak

Askerlik Dayısız Fukaranın Pkk önüne sürülme Yeri Değildir

Askerlik Ucuz Palavralar Atma Yeri Değildir !

Gelecek İtirazlar

Bedel karşılığında askerlik hizmetinden muaf tutulma yasasına kuşkusuz eşitlik açısından ciddi itirazlar yapılacaktır.
Örneğin 30 yaşından gün almamış ama almasına günler kalmış olanlar “bizim günahımız” ne diye soracaklardır.
Keza 30 yaşını birkaç hafta veya ayla kaçıranlar ve hatta 27-28 yaşında olanlar da.
30 yaşındakinin askerlik yapmaması terörle mücadeleyi zaafa uğratmıyor da 29,5 yaşındakinin askerlik yapmaması neden terörle mücadeleyi zaafa uğratıyor sorusu gelecektir

Askerlik Korkaklık Yeri Değildir

Yamalı Bohça

Devlet memurluğu sistemimiz gibi askerlik sistemimiz de yamalı bohça gibi.
Ne ararsan var.
Askerlik sisteminin de yeni bir düzene ihtiyacı olduğu çok açık.
Zorunlu olacaksa eşitlik esasına dayalı; profesyonel olacaksa, ulusal savunma hizmetini en iyi şekilde yerine getirecek, teknoloji ve hareket yeteneği yüksek, caydırıcı etki yaratacak bir silahlı kuvvetler sistemi gerekiyor.

(Fikret Bila, Milliyet, Kasım 2011

Askerlik Vatan Hizmetini Parayla Satin Alma Yeri Değildir
 

Çocuk Katili Netekim

Başbakan Erdoğan’ın karşı açıklamalarıyla gündeme oturan kürtaja yasal zemin oluşturan yürürlükteki kanunun 12 Eylül 1980 darbesinin mimarı Kenan Evren’in talebi üzerine çıkarıldığı ortaya çıktı. Evren, darbenin ardından nüfus patlamasını engellemek için kürtajın yasalaşmasını emretmiş. Kenan Evren, 12 Eylül 1980 darbesinin ardından kuvvet komutanları ile birlikte oluşturduğu Milli Güvenlik Konseyi vasıtasıyla 6 Kasım 1983 genel seçimlerine kadar ülkeyi yönetti. Dönemin gazete arşivlerine göre Evren, Türkiye’nin nüfus artışından rahatsızlığını dile getirerek, kürtajın gerekli olduğunu ifade etti. Evren, 8 Şubat 1982’de “Kürtaj günah değildir” diye açıklama yaptı.

Bu açıklamaların ardından, darbe sonrası oluşturulan Danışma Meclisi bir tasarı hazırladı. Hiç kimseye danışmadan hazırlanan tasarı, Adalet Komisyonu’na gönderildi. Kamuoyunda “Kürtaj Yasası” olarak bilinen nüfus planlaması yasa tasarısına komisyon üyesi olan Abdullah Pulat Gözübüyük tepki gösterdi. Ancak komisyonun diğer üyeleri, Gözübüyük’ü Kenan Evren’in kürtaj ile ilgili yaptığı açıklamaları hatırlatarak tehdit etti. Daha sonra tasarı aynen kabul edildi. Kenan Evren, daha sonra aile planlaması üzerine düzenlenen bir kongrede yaptığı konuşmada, kürtaj yasasının mimarı olduğunu şu sözlerle ifade etmişti:

Dünyaya bakıyoruz, nüfus artış hızı yüksek olan ülkeler arasında Müslüman ülkeler birinci sırayı alıyor. 12 Eylül’den sonra çıkartılan kanunlar çerçevesinde, bu konu önümüze geldiği zaman hemen ivedilikle çıkardık. Kürtaj, 1980 yılından evvel de gündeme geldi. Ama hiçbir iktidar, hiçbir muhalefet buna el atamadı. Sebebi kamuoyundan çekindiklerinden.

KÜRTAJDA PATLAMA YAŞANDI

27 Mayıs 1983’te Resmi Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe giren kürtaj yasasının ardından kürtaj yaptıranlarda büyük patlama yaşandı. Gazete arşivlerine göre, kürtajın serbest bırakılmasından sonra 1 yıl içerisinde devlet hastanelerinde 750 bin, özel muayenehanelerde ise 250 bin olmak üzere 1 milyon kürtaj yapıldı.Dönemin 1986-1987 yılına ait gazeteleri, Evren’in talebi ile çıkarılan yasanın, 3 yıl gibi kısa bir süre içerisinde nasıl bir katliama yol açtığını gözler önüne seriyor. 27 Mayıs 1983’te Resmi Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe giren kürtaj yasasının ardından kürtaj yaptıranlarda büyük patlama yaşandı. Gazete arşivlerine göre kürtajın serbest bırakılmasından sonraKİ 3 yıl içerisinde devlet hastanelerinde 750 bin, özel muayenehanelerde ise 250 bin olmak üzere 1 milyon kürtaj yapıldı.

(Yeni Akit, Mayis 2012
 

Emekli Paşaların Lojman Saltanatı

Kanunlar esnetilerek korumalar, araçlar ve astronomik maaşlarla emeklilik saltanatı süren generallerin, lüks lojman ayrıcalıkları da ortaya çıktı. Emekli paşalar için orduevi arazilerine kanun ve yönetmelikler esnetilerek inşa edilen dairelerin her birinin devlete maliyeti 2.2 milyon dolar. Bu konutlardan en fazla rağbet göreni Fenerbahçe’deki 46 daire. Korumalı bölgenin en dikkat çekici apartmanı ise 6 daireli Fahrettin Altay Apartmanı. Kapı komşusu olan 6 generalin tamamı Ergenekon soruşturmalarıyla gündeme gelen Encümen-i Daniş’in üyesi.

SAYIŞTAY GİREMEDİ

Hatırlanacağı gibi 2009 aralığında ‘kaçak paşakondular‘ haberi medyada çokça tartışıldı. Orduevi arazisi içinde kütüphane olarak kullanılan bir bina yıkılarak 10 daireden oluşan 5 katlı bir apartman 32 milyon lira harcanarak yapıldı. Her türlü lüksün olduğu -hatta bazı komutan eşlerinin talepleri yüzünden projenin birkaç kez değiştirildiği- 198 metrekarelik bu konutlara apartman ruhsatı alınamadı. Daha sonra iş oldu bittiye getirildi ve ruhsat alındı. Üstelik bütün bunlar Güneydoğu’da ‘karakol yapacak paramız yok‘ denilen zamanda oldu.

İlginçtir haberler çıkınca Sayıştay denetlemeye gitti ama nizamiyeden içeri bile giremedi. Arazi bedeli hariç tanesine 2.2 milyon dolar harcanan bu daireler emsallerine göre çok pahalı. Üstelik bu binalar ‘Harekât alarm iskan tesisleri‘ adı altında kayda geçiyor. Yani lojman yerine savaşta kullanılacak askeri tesis havası verilerek her türlü yasal sorun kolaylıkla aşılıyor. Tıpkı tatil köylerinin ‘eğitim merkezi‘ kayak merkezlerinin de ‘kış sporları eğitim merkezi‘ olması gibi. Bu konutlar arasında en fazla rağbet gören Fenerbahçe’deki 46 lüks dairenin tamamında emekli orgeneral ve oramiraller oturuyor. Fakat en ilginç tesadüf  ise 6 daireli F. Altay apartmanında. Çünkü kapı komşusu olan bu 6 generalin tamamı Encümen- i Daniş üyesi.

Devletin kendine yıllarca hizmet etmiş üst düzey komutanları korumaya alması makul bir durum olarak görülebilir. Fakat burada öyle istismarlar var ki inanılır gibi değil. Bu konutları kullanacak kişilerin hakkında mutlaka özel koruma kararı alınmış olmalı. Bu kararda ancak İl Koruma Komisyonu tarafından alınıyor. 4′ü asker 8 üyeden oluşan bu heyet şu ana kadar tüm generallere otomatikman özel koruma kararı çıkarttı. Denizciler dahil. Üstelik emekliliğine bir yıl kala bu karar alınıyor ve konut tahsis ediliyor. Komutanlar daha görevde iken kendisine istediği yerden konut tahsisi kararını aldırıyor. Korumalı konut tahsisi mart ve eylül aylarında olmak üzere iki kez yapılıyor. Değişiklik talepleri eylül ayında, halen görevdeki ve emeklilerden konutta oturmayanların talepleri isemartta karara bağlanıyor.

BAŞBUĞ’UN İLGİNÇ HAMLESİ

Ancak bu noktada çok önemli bir ayrıntı var. Bu yönergede, 2009 Ağustos’unda İlker Başbuğ tarafından bir değişiklik yaptırıldı. Yeni düzenlemeye göre mart ayında sadece muvazzaf personel ile emekli personelden konutta oturmayanların talepleri görüşülecek ve öncelikle muvazzafların talepleri karşılanacak. İlginç bir tesadüf Fenerbahçe’deki lüks konutların bitirilme ve teslim tarihi de Mart 2010. Yani yeni lüks konutların başkalarına gitmesi bu şekilde önlenmiş oldu.

1 Lojman Yetmez 2 Tane Olsun

MSY: 319-8 numaralı yönerge, emekli personele ilave olarak “emekliliğine 1 yıl kalmış muvazzaf personele de” bu şekilde korumalı konut tahsis edilmesi imkânı sağlıyor. Biraz daha açarsak, bir orgenerale, kuvvet komutanlığının 2′nci senesinde bu lojmanlardan tahsis yapılabilmekte. Yani bu orgeneral hem görevde bir kuvvet komutanı olmasından dolayı Kamu Konutları Yönetmeliği gereği kendisine devlet tarafından verilen ve her türlü ihtiyacı karşılanmış özel tahsisli konutunda oturmakta hem de kendi adına tahsisli başka bir ilde devlete ait bir konutu daha bulunmakta. İlginç bir durum da kuvvet komutanının Genelkurmay Başkanlığı’na terfisi ihtimalinde yaşanıyor. Şöyle ki: KKK iken tahsis edilen konut, bir üst rütbede iken de kendi adına tahsisli kalıyor. Mesela müstafi Işık Koşaner’de böyle bir durum yaşandı mı sorusu hâlâ güncel!

Gizli kalmış ikinci EMASYA protokolü

Korumalı konuta yerleştiniz. Ama iş burada bitmiyor. Konutların korunması meselesi normalde İçişleri kanalıyla yapılacakken koruma taburları tarafından yapılıyor. Muhtemel ki polise güvenmeyen komutanlar EMASYA benzeri protokol yapmışlar. Böylece emekli generallerin korumasını asker yapıyor. Hal böyle olunca emrine emir eri, emir subayı gibi imkânlar da verilmiş oluyor. Market alış verişi, köpeğin yürüyüşü vs. ihtiyaçları da ‘vatan hizmeti‘ yapan Mehmetçik yapmış oluyor. Her emekli orgeneral ya da oramiral için 4 ila 7 kişilik timler tahsis ediliyor. Bu timlerde en az 1 astsubay yer alıyor. Tabii komutanların yazlıklarının hizmetçilerine kadar her şey ilgili koruma taburundan sağlanıyor. Kamuoyu Yaşar Büyükanıt‘a alınan 400.000 Euro‘luk zırhlı makam aracını çok tartışmıştı. Oysa Büyükanıt’ın aracında bir anormallik yok. Zira emekli komutanlara bu araçlardan şoförüyle birlikte veriliyor

Yaşar Büyükanıt’a Verilen Audi A8L Marka Otomobil 400.000 Euro değerinde

Konutlar tahsis edildikten sonra bir diğer tartışma konusu da kiraların belirlenmesinde yaşanıyor. İlgili mevzuat 2005 tarihli bir tebliğe dayanıyor. Ona göre de mutlaka korunması gereken kişiler genel tebliğde belirtilen rakamın iki katı kira bedeli ödeyecekler. Fakat tebliğe göre üst sınır 175 TL. Korumalı konutlarda bu rakam 350-400 lira arası. Yani deniz manzaralı ultra lüks ve 3 milyon liralık konutların aylık kirası 400 lirayı geçemiyor. Aynı bölgede rayiç evlerin kirası ise 4 bin lira.

Cemal Albay’a Var Veli Küçük’e Yok

Peki bu konutlar kimlere tahsis ediliyor? Kanun açık ama bugüne kadar çok istisnalar tanındı. Mesela Hrant Dink davasından yargılanan emekli Albay Ali Öz, faili meçhullerden yargılanan Albay Cemal Temizöz, JİTEM davalarından yargılanan Atilla Uğur ve Arif Doğan.

USULSÜZ TAHSİSLER

Şimdi soru şu: Devlete karşı suç işledikleri için bu isimleri tutuklayan devlet aynı zamanda yargıladığı kişilerin korunmasına karar verip kamu kaynaklarından konut tahsis ediyor. Bu soruya cevap ararken bir nokta daha var ki es geçmek mümkün değil. Can güvenliği tehlikede olduğu gerekçesi ile korumalı konut tahsisi için Genelkurmay’a başvuran Ergenekon sanığı emekli Tuğgeneral Veli Küçük‘e hayır dendi ve konut tahsis edilmedi

Albaylara tahsis edilirken Küçük gibi önemli bir isme konut verilmemesi de ilginç bir ayrıntı. Fenerbahçe’deki konutların tahsisi hâlâ çok tartışılan bir konudur. Zira kanunlara açık olduğu belli olmasına rağmen hükümete ters bakan isimlere konut tahsis edildi. Mesela Jandarma Genel Komutanı iken mahalle baskısı sonucu istifa eden Atilla Işık’a bu konutlardan verildi. Oysa yönetmeliklere göre Jandarma’dan emekli olduğu için İçişleri Bakanlığı bünyesindeki bir lojmanın tahsisi gerekiyordu. Aynı şey, 2004 yılında Jandarma Genel Komutanlığı’ndan emekli olan ve halen Fenerbahçe’deki lojmanlarda kalan emekli Orgeneral Şener Eruygur için de geçerli. Onun da İçişleri’ne veya Jandarma’ya bağlı konutlarda oturması gerekmekte.

MAHALLE BASKISININ KAYNAĞI

Fenerbahçe’deki ultra lüks konutlarda yaşayan generallerin özerk hayatları yasal ve etik açıdan sıkıntılı. Fakat sıkıntı bununla da sınırlı değil. Ordu kademesine yoğun baskı yapma imkânı buluyorlar. Nitekim geçen yaz yaşanan YAŞ krizlerinde bunun örneğini gördük.

(Adem Yavuz Arslan, Bugün, Ekim 2011

Akıl Tutulması

Bir 12 Eylül Anısı

Zalimler, darbe yapmışlar ve çocuklarımıza da, o günü bayram diye kutlatmışlardı.
Darbe şartlarını oluşturmak için, bu ülkenin çocuklarının kanları ve gözyaşları üzerine alçakça senaryolar yazdılar.
Bayrak operasyonu imiş. Darbe planının adı. Balyozcular da o şablonu kullanmışlar. Bayrak planı da muhtemelen 27 Mayıs’tan intihaldir.
Bunların kafaları nasıl çalışıyorsa, darbe yapmak suç değilmiş, darbe planlamak suçmuş. Kur’an-ı Kerim’de de “zinaya yaklaşmayın” der ya, “zina yapmayın” demiyor, o zaman yapabilirsin mantığı gibi bir mantık bu.
Kendilerinden çok eminlerdi. Ben 12 Eylül’de Demetevler’den Çankaya’ya kadar çıktım. Bir Allah’ın kulu da durdurmadı. MSP Genel Merkezini tertemiz ettik. Hiçbir şey bulamadılar. Sadece defterleri değil, taban halısını bile değiştirdik. Eski hesap kitaplar dışarı çıkarılıp yeniden düzenlendi ve raflarına yerleştirildi.
Ben aranıyordum, ilk kısa devre askerlikte askere gittim. Asker kaçağı idim. Kalbimde bir bası vardı. Doktora gittim. GATA’ya sevk ettiler. Ankara’da aranırken, Ankara GATA’da askeri hastahanede yatıyordum.
Kenan Evren gibi bir adam nasıl bu darbeyi yaptı bilmiyorum. Birilerinin onun adına yapmış olması gerek. O sadece bir vitrin dekoru idi sanki. 2 kelimeyi bir araya getirmekten aciz bir adam.
Mesela Şahinkaya anasının gözü.
12 Eylül öncesi Lockhead skandalı yaşanmıştı. 12 Eylül’le o işin üzeri de örtüldü. Şahinkaya zaten o işe tüy dikti daha sonra. Şirketlere el koydular. Gazeteler el değiştirdi. Generaller o dönemde hazine arazilerine de el attılar, kamu kaynaklarına da, ihale yolsuzluğuna da bulaştılar, bankalara da müdahele ettiler. Şirketlerle ortaklıklar kurdular.
Bunların yatacak yerleri yok.
12 Eylül, derin devletin kendi iç savaşını bitirmek ve devlete yeni bir rota çizmek için yapılmıştı aslında. Ilımlı İslam politikasının ilk uygulamaları da o zaman başladı. İran devrimi karşısında şoke olan batı, yeni bir model arayışı içine girmişti.
PKK da o zaman örgütlendi. PKK ve ılımlı İslam aynı tezgahta pişirildi ve eşzamanlı olarak servis edildi. PKK siyaset borsasında tedavülden kaldırılmaya çalışılıyor. Ilımlı İslam ise prim yaptı.
Kenan Evren ve Şahinkaya başında bulundukları darbenin ne için tezgahlandığının bile farkında değildi belki de.
Darbeci paşaların himayesinde Özal iktidara taşındı. Calp’in Halkçı Partisi ve Sunalp’ın Milliyetçi Demokrasi Partisi kendilerini yeni CHP ve yeni DP gibi görüyordu. İktidar onlara göre çantada keklikti. Ama dört eğilimi birleştirme iddiası ile ortaya çıkan Özal’ın ANAP’ı oyları silip süpürdü. Evdeki hesap çarşıya uymadı.
Evren gibi 3 kazı gütmek için emanet edilemeyecek bir adam nasıl kurmay olmuş anlamak mümkün değil.
Bugün içeride olması gereken bu adamı bugün hâlâ besliyoruz. Bu adamın rütbelerinin sökülmesi ve en hafif ceza ile ev hapsine tabi tutulması gerek. Tabii bir Gatakulli olmazsa.
Kendinden sonraki darbe teşebbüsünde bulunanlara ibret olsun diye, bu adamın mutlaka cezalandırılması, rütbesinin sökülmesi ve onun başımıza bela ettiği anayasanın ortadan kaldırılması gerek.
Akıllarınca Kemalizmi ihya edeceklerdi ama, Kemalistler bile “Ben Atatürkçü değilim” diye kitaplar yazdılar Devri Evren’de.
Birtakım gerizekalılar, yağcılık olsun diye, ya da korkularından, darbeci zalimlerin şerrinden emin olmak için sağa-sola Evren adını verdiler.
12 Eylül ciddi bir şekilde soruşturulacak olursa, oradan PKK’ya da, ılımlı İslam’a da, derin devletin tetikçilerine de, Mafiaya da, Media tetikçilerine de uzanan derin ve karanlık bir tünel bulmak mümkün.
Eğer bu dava iki kişi ile başlayıp bitirilirse yazık olur. Tevsi-i tahkikatla o dönem yapılan işkencelerin, vurgunların, derin yapılanmaların hesabının sorulması gerek.
1979 başından 1991’e kadarki dönem, MGK üyelerinden kuvvet komutanlarına, valilerden, emniyet müdürlerine, media patronlarından, banka yöneticilerine kadar mercek altına alınmalı.
Gelişmeler doğru yönde ve ileri doğru. Darbecilere soruşturma açtı diye görevden alınan savcılar döneminde bugüne önemli bir mesafe katedildi, ama daha önümüzde ince ve uzun bir yol var. Hadi Evren paşa kızını da, damadını da al gel. Bekliyoruz. Korkma işkence yapmayacaklar. Bugünki hapishaneler, Evren’in darbe hapishanesi değil! Milletin sabrının sınırlarını denemeye kalkmayın bu arada. Müstehzi savunma taklidlerinden de vazgeçin. Siz zararlı çıkarsınız sonra.
Selâm ve dua ile.

(Abdurrahman Dilipak, 2012-04-04

Finansal Darbenin Bahanesi İrticaydı

Bin yıl süreceği iddia edilen bir süreçti: 28 Şubat. Mimarlarının çoğu yani ateşi yakan askeri cenah bugün yargılanıyor ama bu ateşe odun taşıyan sivil ve bürokrat ve işadamı kesimi hala dışarıda. On binlerce mağdur üreten ve gelecek nesillerin varlıklarını da tüketen, milleti yoksulluğa mahkûm eden bu zihniyet bin yıl geçse de unutulmamalı.
O dönemde yaşananların kısaca özetleyelim:
1995 Genel seçimlerinde partiler tek başına iktidar olacak oyu alamayınca uzun süren koalisyon arayışları başladı.
Çiller ile Erbakan dönüşümlü Başbakanlık yapmak üzere el sıkıştı.
Ve Erbakan Başbakan oldu.
54′üncü hükümetle birlikte sandığı küçümseyen kesim tarafından korku senaryoları da bir bir sahnelenmeye başladı.
İşin sivil ayağı belki askerden çok daha fazlaydı.
Korku senaryolarıyla ilgili her gün ekranlarda haberler yapılıyor, gazetelere manşetler atılıyordu.
O dönemde medyada işlenen senaryolar şöyleydi;
İmam hatip liseleri şu anda şu kadar mezun veriyor, filanca yıl geldiğinde şu kadar imam hatip mezunu olacak.
Yeşil sermaye şuralarda şöyle gelişiyor. Şeriat için para topluyorlar vb. rapor süsü verilmiş masa başı senaryolarla o dönemin gazete ve televizyonlarıyla sürekli korku pompalıyorlardı.
Olayları fişlemeler takip etti.
İşadamları ve şirketler fişlendi. Hatta fişleme olayı o kadar abartıldı ki sokak satıcılarına, büfelere kadar indi.
İmam Hatiplere ilgiyi azaltmak için meslek liselerinin ortaokul kısımları kapandı.
Üniversitelere giriş, katsayı uygulaması ile engellendi.
O dönemin işadamları ve büyük şirketleri, gerek korkudan gerekse yaranmak için bu zihniyetin yanında yer aldılar.
MÜSİAD üyesi bine yakın şirket, süreçte zarar görmemek, muhafazakâr tanınmamak için üyelikten ayrıldı.
Anara Sincan‘da caddelerde yürütülen tanklar bu sürecin sembolü oldu.
Türk-İş, TOBB, DİSK, TESK ve TİSK hemen harekete geçti.
5′li, silahların gölgesinde, hükümete karşı sözde sivil hareket başlattı.
‘Şeriata Karşı Kadın‘ yürüyüşleri organize edildi.
Sonunda 28 Şubatçıların istediği oldu, Başbakan Erbakan istifa etti.
Bu istifayla birlikte, korku senaryoları yerini siyaset mühendisliğine bıraktı.
Demirel, Çiller’e değil Yılmaz‘a hükümeti kurma görevi verdi.
O süreçte siyasi krizleri ekonomik krizler takip etti.
Türkiye ekonomik olarak adeta diz çöktürüldü.
Batan bankaların maliyeti 80 milyar dolar olarak açıklansa da maddi kayıpların toplam 300 milyar doları bulduğu hesap ediliyor.
Peki 28 Şubat’ta kimler zengin oldu?
28 Şubat döneminde, batan Etibank, Interbank ve Sümerbank‘ın yönetiminde bulunanlar emekli askerlerdi.
Bu bankalardan türlü yollarla başka kanallara aktarılan paraların akıbeti ise neredeyse hala bilinmiyor.
28 Şubat aynı zamanda finansal darbeydi.
Darbe sürecinde GSMH 200 milyar dolardan 150 milyar dolara düştü.
Ekonomi yüzde 9.5 küçülmüştü.
1996′da 80 milyar doların altında olan dış borç 115 milyar doları geçti.
Konsolide bütçe gelirlerinin yüzde 80′i faize gitmeye başladı.
Aynı oran, 1966′da yüzde 55 idi.
Bunlar maddi kayıp.
Binlerce başörtülü mağdur, yüzlerce Kur’an kursu ve İmam Hatip Okulu, yüzlerce YAŞ’zede.
Bunlar da manevi kayıp oldu.
Türkiye’nin dünyanın ilk 10 ekonomisine girme hedefine de set çekildi.
Kendimizi kandırmayalım. Bu süreç hala devam ediyor.
Bittiğini ilan etmek bu zihniyetin ekmeğine yağ sürer.
İstiklal Marşı şairimiz Mehmet Akif, “Tarihi tekerrür diye tarif ediyorlar, Hiç ibret alınsaydı tekerrür mü ederdi?” diyor.
İbret almazsak 28 Şubat’lar tekrar eder.
Günün sözü:
Tarih, muazzam bir erken uyarı sistemidir. (Normun Coisins)

(Yaşar Süngü, Şubat 2012)
 

CIA’nın Desteklemediği Hiçbir Darbe Başarılı Olamaz

Kim demiş bu “CIA’nın desteklemediği hiçbir darbe başarılı olamaz!” lafını? Dahası kime demiş? Efendim Talat Aydemir 27 Mayıs darbesinin en önde gelen, olsun diye en çok çırpınanların içinde birinci sırayı tutar her zaman. Ancak darbenin amacına ulaşmadığını, yarım kaldığını söylüyordu her kulak verene. Ordu içinde oluşturduğu cuntayla ikinci darbe olasılığını bir yere kadar getirmiş, şimdilerde dış destek arıyordu. Talat Aydemir, 27 Mayıs darbesinin iki yıl gibi kısa bir sürede başarıya ulaşamayacağını savunuyor, devletin tekrar sivillere devredilmesine karşı çıkıyordu

Talat Aydemir

Kır saçlı, tıknaz, gözleri yuvalarına fıldır fıldır, ABD Büyükelçilik Müsteşarı Barneds’in evinde arkasına yaslanmış, viskisini yudumlarken, uçaktan yeni inmiş, ayağının tozuyla da müsteşarın evine gelmiş General Talbot, soru yağmuruna tutuyordu albayı. Havayı koklasın diye gönderilmişti Ankara’ya. Epey bir süredir darbe söylentileri vardı. Gerçekleşirse eğer, yeni yönetimin ABD’yle ilişkileri ne olacaktı? Türkiye, NATO yörüngesinden kayacak mıydı? Görüşmenin yapıldığı tarih 1962, aylardansa Şubat’tı.

“Darbeyi başaracak mısınız?” diye sordu General Talbot, Aydemir’e.

“Başaracağız!”

“CIA’nin onayını almadan istediğinizi elde edemezsiniz, gibi geliyor bana.”

Aydemir, o gece kafasından geçenleri uzun uzun anlatmış, dur durak bilmeksizin konuşmuş da konuşmuştu ama istediğini pek alamamış, onay gelmemişti. Yeniden oturup görüşmeye kararlıydı Amerikalı generalle.

Gene Bernards’ın evindeyiz. Bu kez Talat Aydemir yok ama. Yeni konuklar kurulmuş koltuklara: Kasım Gülek, Hikmet Belbez, İsmet Paşa’nın damadı, gazeteci Metin Toker. İsmet Paşa’nın damadı olduğundan Toker ilgi odağıydı elbet. Kısa bir süre havalardan sulardan konuştuktan sonra, generale döndü:

“Neden burada olduğumuzu biliyorum!”

Eh general,“darbe olasılığını araştırmak için geldim”, diyemezdi tabi. Gülümsemekle yetindi, Metin Toker hiç oralı olmadı:

“Darbe var mı yok mu diye araştırmak için geldiniz. Evet, belki yarın akşam darbe yaparlar. Yaparlar da ertesi gün asılırlar!”

General ayağa fırladı: “Yarın akşam darbe mi var!”

“Yarın akşam dediysem, sözün gelişi.” Güldü Toker. “Yaparlar ve ertesi gün de asılırlar!”

Talat Aydemir, peşinde Harp Okulu öğrencileri, yanında kimi arkadaşları, 22 Şubat 1962 gecesi darbeye soyundu. İnönü, Genelkurmay Başkanı ve Kuvvet Komutanları darbeyi bastırdı.

İsmet İnönü, silahlarını bırakması, kan dökmemesi koşuluyla, bir defaya mahsus, Aydemir ve arkadaşlarının bağışlanmasını sağladı. Ama Aydemir kafasına koymuştu bir kere, darbe yapıp Çankaya’ya zıplamayı. Kolları bir kez daha sıvadı; 1 Mayıs 1963 günü gene darbeye kalkıştı. Ama herkesin sabrı taşmıştı; mahkemeye verildi ve idam oldu.

Evet General Talbot’un açık açık söylediği gerçekleşmiş, CIA’nın desteklemediği Aydemir’in darbe girişimi darağacında son bulmuştu. Bu ders olacaktı gelecek darbecilere, bundan böyle silaha davranıp Çankaya’ya tırmanmak isteyen önce Washington’a uğrayıp onay alacak, sonra ne halt edecekse edecekti işte!

(Aziz Üstel, Mayıs 2012

Kobralı Hayatta Kalma Eğitimi

ABD askerlerin kobra kanı ve eti ile hayatta kalma eğitimi – Tayland – 2012

 

Askerimiz Fakirdendir

Yemen yolu çukurdandır
Sefer tasım bakırdandır
Zenginimiz bedel verir
Askerimiz fakirdendir

Tarlalarda biter kamış
Uzar gider vermez yemiş
Şol Yemen’de can verenler
Biri Memet biri Memiş

100 sene kadar önce yakılmış bu Yemen türküsüne baktığınızda sanki bugünleri anlattığını görüyorsunuz. Yemen çöllerinde can verenlerle Güneydoğu’da hain pusularda, baskınlarda can veren Memetler birbirlerine son derece benziyorlar. Hemen hemen hepsi fakir çocuğu. Sağ olsunlar; çocuklarını vatan uğruna feda eden bu insanlar; ‘Bin tane olsa binini de vatan için yollarım!’ diyebilme yürekliliğini gösteriyorlar

Şırnak’ta şehit düşen Yıldırım Kuzucular, memleketi Şarkışla’da son yolculuğuna uğurlandı. Şehit Piyade Uzman Çavuş Yıldırım Kuzucular’ın beldede düzenlenen cenaze töreninde çiftçi olan şehit babası Kazım Kuzucular’ın ayağında yırtık ayakkabı yürekleri yaktı.

Ya zenginler? Onların çocuklarının canı çok tatlıdır. Araya siyasetçi sokarlar; asker sokarlar; ne edip edip çocuklarını tehlikesiz yerlerde askercilik oynatırlar. Şimdi Başbakan Erdoğan’da bir ricam var: Lütfen bu askere alma işine bir el atınız. Askere gidecek herkesin ismi bilgisayara yazılsın; elektronik kura yoluyla kimin nerede askerlik yapacağı belirlensin. Bu işin başında da sadece askerler değil siviller de bulunsun. Nasıl ki memur atamaları böyle yapılıyorsa askerlik yerleri de böyle belirlensin; zengin de fakir de kaderine razı olsun ve yeni Yemen Türküleri yakılmasın. (Rıza Zelyut, Ağustos 2012)

Zenginlerin ve koltuk sahibi siyasilerin çocukları neden askerlikten muaf olurlar? Neden adaletli değil de paralı askerlik yaparlar? Babaları bu bozuk düzeni değiştirmek için neden uğraşmazlar?

Şehitler ve Hediyeler

Biz hâlâ BDP’li milletvekillerinin dokunulmazlığı kalkar mı kalkmaz mı tartışmasını yapaduralım Türkiye’de son yıllarda gizli dokunulmaz bir zümre oluştu. Hükümetin atadığı valisinden genel müdürüne kadar hiçbir bürokrata dokunamıyorsunuz. Bırakın dokunmayı, eleştiremiyorsunuz bile. Eleştirdiğiniz her satır o bürokratın koltuğunu daha da sağlama almasını sağlıyor. Yanlış anlaşılmasın, MİT Başkanı ya da Genelkurmay Başkanı’na kadar gitmenize gerek yok. Bir valiyi, kaymakamı sıradan bir belediye müdürünü bile hükümetin atadığı makamdan kaldırmak mümkün değil. Kuşkusuz bunda hükümetin “Basın eleştirdi diye bizim adamımızı kurban etmeyiz” yaklaşımının sorgusuz sualsiz uygulanmasının büyük önemi var. Mesela Türkiye’nin en güvenilir kurumlarından biri olan ÖSYM son yıllarda tamamen bir idare eksikliği nedeniyle neredeyse her iki sınavdan birini iptal etmek zorunda kalıyor. Medya bunu ortaya çıkartıyor, yazıyor, afişe ediyor. Hükümet inadına sahipleniyor.

Düşünün, 25 şehit var, Genelkurmay Başkanı makamınıza gelmiş, siz emrivaki ile satranç tahtası ve halı hediye edip bunu alelacele valiliğin resmi internet sayfasında yayımlıyorsunuz. Sadece densizlikte değil kalpsizlikte de gelinen son nokta! Necdet Özel kendisine yapılan emrivakiden rahatsız olmuş, dün açıklama yapıyor. Vali İrfan Balkanlıoğlu ise bir milim geri adım atacağa benzemiyor. Afyon Valiliği’nin resmi internet sayfası zaten sayın valinin PR alanı olmuş. Valinin fotoğrafı olmayan tek bir haber bulmanız mümkün değil. Dün sabaha kadar hediye fotoğrafları valilik resmi sayfasında hâlâ gururla duruyordu. Anlaşılan, gelen emir ile birlikte dün sabah nihayet silinmişti. Türkiye Cumhuriyeti’nin 25 şehit verdiği gün neden hediye verdiğine dair Vali Balkanlıoğlu’nun Akşam gazetesine yaptığı açıklamayı ibret olsun diye buraya alıntılamak istiyorum. “Ziyaretimize gelen tanıtım potansiyeli olan popüler kişilere, yöre halkına ekonomik katkı için lokum, sucuk gibi ürünlerden hediye ediyoruz. Amacımız tanıtım yapıp yöredeki yoksul insanlara gelir kapısı sağlamak. Genelkurmay Başkanı gibi popüler bir isim gelmiş. Küçük, maddi değeri olmayan bir hediye verdik. Genelkurmay Başkanımız çevresi olan bir insan. Bir yere o kilimi koysa, biri de ‘Nereden aldınız’ diye sorup Afyon’a gelip satın alsa fakir insanlar nasiplenecek. Emrivaki yapıp eline tutuşturmuşuz. Hayır mı diyecekti? Hayat devam ediyor. Bir acımız varken buna ara mı verelim?” (Cüneyt Özdemir, Eylül 2012)


Afyon’da askeri mühimmat deposunda, akşam saatlerinde çıkan patlamada 25 acemi askerimiz parçalanarak şehit oldu. Genelkurmay Başkanı Org. Necdet Özel incelemelerde bulunmak üzere Şehit Uzman Çavuş Mete Saraç Kışlası’na geldi. Valiliği de ziyaret eden Org. Özel’e vali tarafından çeşitli hediyeler sunulması ve reklamın valilik sitesinde yayınlanması tepkiler topladı. (9 Eylül 2012)

NTV spikeri Nur Tuğba Algül, dün gece yarısı 8 şehidin haberi ekranlara gelirken fonda şarkı söyleyerek ilginç bir olaya imza attı. NTV rejisinin VTR yayınlarken spikerin sesini kısmayı unutmasıyla, izleyiciler bir yandan 6 asker ve 2 korucunun şehit olduğu Hakkari saldırısı ile ilgili haberi izlerken bir yandan da arka planda spiker Algül’ün söylediği şarkıyı duydu. NTV konuyla ilgili olarak bir açıklama yaptı:

Şehit haberini sunarken arka planda şarkı mırıldanan

NTV spikeri Nur Tuğba Algül 1983 Mersin doğumlu.

NTV’nin 6 Ağustos 2012 tarihli, saat 02:00 Haber Bülteni’nde görevli bazı çalışanlarımızın yayın kuralları ve işyeri disiplinine aykırı davranışları kamuoyunun tepkisine neden olan, kabul edilemez bir olayla neticelenmiştir. Doğuş Yayın Grubu olarak bu durumdan büyük üzüntü duyduğumuzu belirtir, özür dileriz. Kamuoyuna duyurulur. ” (Ağustos, 2012)


Ağlarsa Anam Ağlar, Gerisi Yalan Ağlar.

Kızmayın NTV Spikerine

Dün internet ortamında en çok tıklanan ve en ilgi gören haber konusunda ben epey farklı düşünüyorum.
Konu malum.
NTV spikeri canlı yayında haberi sunarken, araya Hakkari’de 8 şehit verdiğimiz haberin bandı girdiğinde arka planda şarkı mırıldandığı duyulmuş.
Yazıyı kaleme aldığım saatlerde sosyal medyada eleştirilerin ardı arkası kesilmiyordu.
Düştüğü bu zor durum nedeniyle spikere yüklenmek ve şehit haberleri konusunda toplumca sanki aşırı duyarlıymışız gibi rol kesmek çok ciddi samimiyetsizlik göstergesi olur.
5-10 damacana şişesinde sular kalitesiz çıktı diye ortalığı ayağa kaldıran toplum ve medya, 8-10 bin şehidin kanı yere dökülürken o ölçüde yeri göğü inletmedi.
Dökülen şehit kanları için artık içi burkulmaz hale gelen toplum, aylar evvel içtiği su markası bozuk çıktı diye, o zaman geçirmediği mide bulantısını şimdi geçirme derdine düştü.
Sakat çıkan damacana markaları ifşa edilsin diye haftalardır sabırsızca bekleyen kamuoyu, kötü sevk ve idare ile Mehmetçiğin şehit olmasına neden olan komutanların isimlerini merak etmiyor bile.
Sakat çıkan su markasını zihnine kazıyan toplum, vatan için sakatlanan, şehit düşen Mehmetçiğin adını, sayısını artık aklında tutamıyor bile.
Acı gerçek şu: Bu ülkede şehit haberleri, trafik kazası haberleri gibi rutine dönüştü.
Türkiye’nin en büyük şehirlerinin ilçelerini, tarihi ve turistik yerlerini bilmeyen toplum, her birinde verdiğimiz şehitler nedeniyle G. Doğu’daki ilçelerin, kırsalların ve karakolların isimlerine aşinalık kazanır hale geldi.
Evladını askere gönderen aileler, en değerli varlıklarını komutanlarına emanet etmiş oluyorlar. Bu emanete nice zamandır layıkınca sahip çıkılmadığı gibi bir his var içimizde. Şehitlerin cenaze törenindeki kusursuz düzeni, askeri operasyonların planlanmasında ve en az kayıpla sonuçlanmasında göremiyoruz.
Çok şehit verdik.
Yetiversin artık.
Hakkari’deki Geçitli karakoluna saldırıp 6 asker ve 2 köy korucusunu şehit eden PKK’lıların canlı kalkan yaptığı Adem Demir ve Osman Sağırlı adındaki gazeteciler, teröristlerin karakola kadar girdiğini söylemişler.
Hatta, Geçimli Karakolu’nun üs bölgesinde konuşlandırılmış Türk Silahlı Kuvvetleri’ne ait zırhlı araç mühimmatı bittiği için, teröristler içine el bombası atarak bir uzman ve iki eri şehit ettiğini iddia etmişler.
Ben Mehmetçiğin planlamadaki ihmaller nedeniyle bu kadar kolaylıkla hayatını kaybetmesine razı olamam. Bu kayıpların muhakkak hesabı sorulmalı.
Koca ordunun 1 defa değil, 2 defa değil, her defasında karakollarına baskın yemesini ve ülkeyi koruması beklenen Mehmetçiğini bile koruyamaz hale gelmesini artık anlayamıyor toplum.
5 Bin civarında olduğu söylenen teröristin kökünü kazıyamayan 700 Bin kişilik ordunun muhakkak toplumu ikna edecek makul gerekçeleri olmalı.
Yüksek Askeri Şura (YAŞ) kararlarındaki terfi listelerine Silivri ekseninde göz atan çevreler, ihmal nedeniyle emri altındaki askerlerin ölümüne neden olan komutanların durumuna göz atma ihtiyacı hissetmiyor bile.
Sakarya’da tren raydan çıktı diye 3-4 yıl bürokrat kellesi almak için ortalığı ayağa kaldıran medya, G. Doğu’da raydan çıkan işlerin hesabını sorma derdinde olmuyor.
Parola olarak ‘Adi Başbakan’ yazan subay terfi etmiş mi etmemiş diye göz atan medya, şehit cenazelerinin artık adiyattan (sıradan) olmasının derdine düşmüyor. Kimse verilen şehitlerin hesabını sorma çabasında olmuyor. Sorumlu aramıyor.
Bu ülke mazeretlerin arkasına sığınmamalı.
Ülkenin giderek bölgede caydırıcılığını kaybettiği gibi bir endişe taşıyorum.
Önüne gelen çakıyor, omuz atıyor ve sopa gösteriyor.
Kimse kıvırmasın ve rol kesmesin.
Nice zamandır bu ülkede ateş, sadece düştüğü yeri yakar hale geldi.
NTV spikeri haberi okuduktan sonra şarkı mırıldanır oldu da, kamuoyu eğlencesinden, keyfinden, dizisinden, şamatasından, denizinden geri mi kaldı?
Kaç kişinin dün akşam şehit haberlerini izlerken iştahı kaçtı? Kaç kişinin lokmaları boğazında düğümlendi? Gözleri yaşlı, masasından ve sofrasından kalktı. Şehit ailelerinin acısını sanki bir ok saplanmış gibi göğsünde hissetti.
Bu ülkenin kaç sivil ve asker yöneticisi dün akşam, ‘şu güzelim ülkede terör durmadıkça gülmek bana haram olsun’ diye ahdetti.
Üzgünüm, epey zaman daha şehit haberlerinin ardı arkası kesilmeyecek bu ülkede.
Dün bir gazete internet sayfasında, ‘kim ne dedi?’ başlığı altında, terörün başladığı 1984 yılından bu yana üst düzey devlet adamlarının terör olaylarının ardından ne söylediği konusunda foto-galeri açmış. Sözün kısası hep aynı nakarat.
Biz de bu konuyu geçen yıllar içinde defalarca köşemize taşıdık ve ‘bu konuşma tam 30 Bin kez yapıldı’ dedik.
Kızmayın NTV spikerine.
Durumu, toplumun şu an ki durumunu çok andırıyor çünkü.
Hak ettiğimiz kaderi yaşıyoruz.(Osman Özsoy, Ağustos 2012)

Kaç Mehmet Gerekli?
Acımız sonsuz. Bıçak kemiğe dayandı. Terörün kökü kazınacak.” 2002 yılından bu yana bir biri ardına eklenen birkaç cümle. Ali, Osman, Mustafa, Hasan, Cemil teröre kurban ettiğimiz birkaç Mehmet. Ve analarının acısını katlayan, AKP Genel Başbakan Yardımcısı ve Hükümet Sözcüsü Hüseyin Çelik’in ağzından çıkan birkaç cümle: PKK bomba patlattı diye, bir yeri bastı diye, birkaç Mehmet’i şehit etti diye, her gün PKK’nın Türkiye’nin gündemini oluşturmasına müsaade etmemeliyiz.

Olay sözler üzerine Hüseyin Çelik; “Bana gaziler, şehitler üzerine ders verenlerin alnını karışlarım. Benim özür dilememi gerektirecek bir şey yok.” diyerek kendini savundu.
Sözde Kürt açılımıyla, müzakerelerle, gizli buluşmalarla başlayan sürecin bizi getirdiği noktada belki de en büyük acıyı yaşadığımız andır o cümlelerin döküldüğü an. Sadece şehit yakınlarını değil, günlerdir Türkiye’nin dört bir yanında ortaya yüreğini koyup meydanları doldurup teröre lanet yağdıran milyonları yaraladı. Sadece CHP’liyi, MHP’liyi, BBP’liyi, SP’liyi değil AKP’lileri de yaraladı. Hatta o talihsiz cümleler en çok AKP’lileri yaraladı dersek yanlış yorum yapmış olmayız. Çünkü görüşünü aldığım AKP’liler aynen bu düşüncede. AKP kendi tabanını köreltiyor. Ne iç ne dış siyasette huzur ortamı kalmadı. Bütün komşularımız aba altından sopa gösteriyor. Ortadoğu’da kazan kaynıyor. İran’ın tehditleri ortada. ABD’ye şirin görünmek için yarın ateşe atacağınız da o birkaç Mehmet, olası bir güvenlik probleminde sizi koruyacak olan da. Herkes keşke o birkaç Mehmet kadar yürekli olabilse. Şehitlerimizin ruhu şad olsun!
(Kaan Özbek, Ağustos 2012)

 

SEHİT

  • Kafamıza çuval geçirdiler. Teşekkür mahiyetinde, Kuzey Irak’taki Amerikan üssü’nü biz inşa ettik. Erbil Havalimanı’nı biz yaptık. Süleymaniye Havalimanı’nı da. Rahat gidip gelsinler diye, tarifeli uçak koyduk.
  • Şahane kampuslarıyla üniversiteler yaptık. Türkiye’nin güneydoğusu’nda dünyaya geldiysen, bu üniversitelere sınavsız kabul ediyorlar. Yurt ücretsiz. 200’er dolar harçlık veriyorlar.
  • İçişleri Bakanlığı binasını, Kültür Bakanlığı binasını, Merkez Bankası binasını, Kürdistan Başbakanlık Binası’nı biz yaptık. Kuzey Irak’taki Amerikan Elçiliği binası da bizim eserimiz.
  • Elektriği kim veriyor? E biz tabii. Üstelik, kendi vatandaşımıza kilovatsaatini 20 kuruştan veren hükümetimiz, Kuzey Irak’a 10 kuruştan veriyor. Kullandıkları ampul de bizden.
  • İçme suyu şebekesini, kanalizasyonu, arıtma tesislerini, sulama kanallarını, enerji iletim hatlarını, otoyollarını, demiryollarını, köprülerini, tünellerini, viyadüklerini biz yaptık. Plazalar, iş kuleleri, 14’er katlı apartmanlar, bahçeli, havuzlu villalar yapıyoruz.
  • Petrol ve doğalgazı bize satsınlar diye, kendimize, kendi ellerimizle boru döşedik.
  • Sosyal yaşam gelişsin diye, spor salonlarını, alışveriş merkezlerini, sinemalarını, kültür merkezlerini inşa ediyoruz. Çocukları mutlu olsun diye, sevabına oyun parkları kuruyoruz.
  • Yaralı PKK’lıların tedavi gördüğü hastanelerini biz yaptık. Erbil’deki hastanede çalışan bi Türk doktorun röportajı vardı geçenlerde, “buraları İstanbul’dan güvenli” diyordu.
  • Erbil caddelerindeki okaliptüs ağaçları savaş sırasında kurumuştu, vah vah, derhal devreye girdik, sosyal sorumluluk projesi kapsamında, para almadan, palmiye ağaçları diktik.
  • Türk müteahhitlerle ortak iş tutan peşmerge işadamı Hacı Süleyman’a mikrofon uzattı bizim televizyonlardan biri, “geleceğin Dubai’si olacağız, açılımı destekliyoruz” dedi adam.
  • Çöpçülük de bizim. İnsanın koltukları kabarıyor. Belediye binalarıyla beraber, caddelerin, sokakların temizlik ve çöp toplama işini yapıyoruz, ne kadar gurur duysak azdır yani. Kamu hizmetlerindeki garsonluk ve uşaklık işine de talibiz, layık görülmemiz an meselesi.
  • 2 bin 500 firmamız, 5 bin mühendisimiz, 100 bin işçimiz harıl harıl çalışıyor. Ki, güzelleşsin Kuzey Irak. Mesela, en son 7 yıldızlı bi otel yaptık Süleymaniye’de, ismi Güzellik Şehri!
  • Hal böyleyken. Evlatlarımızı şehit edenler, elini kolunu sallaya sallaya nereden geliyor? Oradan. Karakollarımız nasıl? Barakadan. Bildiğin, briket. Çatıları, teneke. Gerek yok rokete. Mermiyle süzgeç gibi oluyor tavan.
  • Bakın, iddia ediyorum. Sınırdaki kampları, Kandil’deki mağaraları şöyle insanca yaşanır bi hale getirmek için ihaleye çıksın Murat Karayılan. İşi Türkiye kapar.

(Yılmaz Özdil, Ağustos 2012

Mehmetçiğin Kemikleri Üzerinde Fasulye Fideleri

Eski adı ile “Burma”, yeni ismiyle Myanmar’ın sonradan “Rahine” yapılan “Arakan” eyaletinde haftalardan buyana bir Müslüman kıyımı yaşanıyor. Yüzlerce Müslüman’ın katledildiği, onbinlercesinin de evini-barkını terkedip yollara düştüğü haber veriliyor. Katliamın devam ettiği söylenirken İslam dünyası şimdilik sadece kınama mesajları yayınlamakla meşgul.

Önce, Burma’nın nerede olduğunu hatırlatayım: Çoook uzaklardadır, Bengal Körfezi ile Andaman Denizi’nin kıyısında; Hindistan, Çin, Laos ve Tayland ile çevrili uzak bir memlekettir. 1886’dan 1948’e kadar İngiliz sömürgesi olarak kalmış, 1962 ile 2011 arasında da kanlı bir askerî diktatörlükle idare edilmiştir. Burma’da 60 milyon kişi yaşar ve başkenti Rangun’dur. Burma’nın bizim için önemi, değişik vilâyetlerinde üç ayrı Türk şehitliğinin olmasıdır. Artık pek bilmeyiz: Birinci Dünya Harbi yıllarında Irak cephesinde savaşan askerlerimizin bir kısmı İngilizler tarafından daha sonra “savaş esiri” olarak dünyanın bizim için neredeyse öbür ucunda bulunan Burma’ya götürülmüş ve çoğu oradaki kamplarda can vermişti!

Savaş yıllarında Irak, özellikle de Basra tarafları, İttihad ve Terakkimensubu genç bir binbaşıya emanet edilmişti: Süleyman Askerî Bey’e. 31 yaşındaki binbaşının rütbesi 1915’in 3 Ocak’ında yarbaylığa yükseltildi ve o gün hemBasra valiliğine, hem de Basra’daki 28. fırkanın kumandanlığına tayin edildi; daha sonra “Irak ve Havalisi UmumKumandanı” oldu. Genç yarbay gayet vatanseverdi ama Irak gibi geniş toprakların kaderine hâkim olacak tecrübesi yoktu ve daha da önemlisi, fazla hayalperestti. Arap aşiretlerini “İslam Birliği” şemsiyesi altında birleştireceğine inanıyor, “İngilizler’i Basra’dan bu aşiretler sayesinde süpürge sopasıyla kovacağım” diyordu. 12 Nisan 1915 günü, kendisinden kat kat üstün İngiliz birliklerine saldırdı ve İngilizler neticede Basra yakınlarındaki Şuayyibe’de birliklerimizin neredeyse tamamını imha ettiler. Süleyman Askeri Bey hatasının farkına varınca 14 Nisan’da tabancasını şakağına dayayıp tetiği çekti.

Süleyman Askerî Bey’den sonra, Mustafa Suphi Bey adındaki tecrübeli bir albay Basra’nın vali vekili yapıldı. Suphi Bey, kalan birkaç bölük askeriyle İngilizler’in vurduğu Kurna’yı savunmaya koştu, aylarca direndi, elinde mermisi bitmiş iki sahra topu kalana kadar savaştı ve herşeyi tükenince mecburen teslim oldu. İstanbul, Basra’da İngilizler’e esir düşen birliklerimizin âkıbetinden haftalarca haber alamadı ve askerlerin nerede oldukları ailelerine Burma’dan yollanan ve üzerinde “POW-Prisoner of War” yani “Savaş Esiri” damgası bulunan mektuplar sayesinde öğrenilebildi.

İngilizler, esir ettikleri askerlerimizi o zaman idareleri altında olan Hindistan’ın vilâyeti yaptıkları Burma’ya götürmüş, adları haritalarda bile geçmeyen ve en büyüğü “Tayetmo” olan “Meiktila”, “Munklon” ve “Şivebo” kamplarına koymuşlardı. Askerlerimizin çoğu Burma’nın alışık olmadıkları tropik iklimine ve salgınlara dayanamayarak vefat edince kampların bir köşesine defnedildiler. Sağ kalmayı başaranlar ise evlerine ancak 1918’de, Mondoros’taki o meş’um mütarekeyi imzalamamızdan sonra dönebildiler ama orada can verip şehid olanların mezarları kamplarda kaldı.

Türkiye, topraklarına en uzak mesafedeki Türk Şehitliği olan Burma’daki esir kamplarına çok seneler sonra mezar taşları ile birer kitabe diktirdi, aradan geçen yıllar zarfında taşların bir kısmı parçalandı, bir kısmı da oradaki bir camiin avlusuna atıldı ve şehitlik arazileri tarlaya döndü. Burma’nın bağımsız olmasından sonra oradaki şehitliklerimiz hakkındaki ilk yazıyı 1997’de ben yazmıştım ve konu seneler sonra tekrar hatırlatıldı. Emeklilik yıllarında bol bol gezen Albay Faruk Budak 2002’de Burma’daki şehitliklerimizi ziyaret etti, fotoğraflarını çekip yayınladı, Genelkurmay Başkanlığı’na restorasyon için çağrılarda bulundu, ardından bazı girişimler yapıldı ama bir sonuç alınamadı.

Bu sayfada yeralan ve şehitliklerimizin son hâlini gösteren fotoğrafları, Faruk Budak’ın yayınlarından aldım. Irak’ta esir düşüp Burma’da can veren şehitlerimizin mezarları şimdi içler acısı vaziyette. Taşları sökülüp etrafa atılmış, bazı şehitlikler tarla niyetine kullanılıyor ve askerlerimizin kemiklerinin üzerinde fasulye fideleri yükseliyor. Burma ile ilişkilerimizin başlangıcı, dünyanın tâââ öbür tarafındaki bu memleketin değişik yerlerinde yatan bin küsur isimsiz kahramanımızın yokolmak üzere olan mezarlarıdır

Bakımsızlıktan Dolayı Tarlaya Dönüştürülmüş Thayet Myo Türk Şehitliği

Mustafa Suphi Bey, İstanbul’da doğmuştu. Harbokulu’nu bitirdi ve mezun olduğu okulda senelerce hocalık etti. Batı dillerini iyi biliyordu, Avrupa’da yapılan bazı toplantılarda orduyu defalarca o temsil etti. Yavuz Selim zamanının meşhur askerlerinden birinin, Özdemir Paşa’nın soyundan gelen Servet Paşa’nın büyük kızıyla evlendi. Askerlikle ilgili kitaplar yazdı, yabancı memleketlerden nişanlar aldı, albaylığa yükseldi ve Birinci Dünya Savaşı’nda Basra’ya gönderilip “vali vekili” yapıldı ama Kurna’yı müdafaa ederken İngilizler’e esir düştü. İngilizler, Suphi Bey ile askerlerini çok uzaklara, tâââ Burma’ya, o zamanın haritalarında bile pek geçmeyen Tayetmo’daki esir kampına gönderdiler. Kampın 59 numaralı esiri Suphi Bey, İngilizler izin verdikçe, İstanbul’a, Göztepe’deki köşkte bıraktığı hanımı Ayşe Feriha’ya hasret dolu mektuplar gönderdi. Mektuplar önceleri tam sayfa idi ama kampın İngiliz kumandanının emriyle zamanla kısaldı ve sadece dörder satıra indi. Albay Suphi Bey, kampta bir buçuk sene yaşadı. 1916’nın 15 Haziran’ında bir beyin kanaması neticesinde vefat etti ve İngilizler, dillere destan centilmenliklerini hemen gösterdiler: Suphi Bey için Müslüman âdetlerine göre dört dörtlük bir cenaze töreni yaptılar, tabutuna selâm durdular, kampın bir köşesine defnettiler ve İstanbul’da bekleyen genç karısına da taziye mektubu yollamayı ihmal etmediler.

(Murat Bardakçı, Temmuz 2012