Cesitli konular

Foto 1 is basvurusu yap Foto 3 Foto 4 Foto 5 Foto 6 Foto 7 Foto 8 Foto 9 Foto 10 Foto 11 Foto 12 Foto 13 Foto 14 Foto 15 Foto 16 Foto 17 Foto 18 Asti-Turizm  Farsca Evlilik ilanlarim is ilanlarim Turk Starlar Yerli Arabamiz Fenerbahce  Kahve Fali Havaalanlarimiz Antik Kentler Turizm Tanitim Sehitlerimiz  iletisim Bilgilerim Turkiye Turu Dugun Gelenekleri TBMM Kpss Test Kpss Test 2 Gezici Rehber Gezici Rehber 2 VOLKSWAGEN 1303 Anadol STC Teror Memur Haberleri Web Sayfasi Yapilir Kaybolan Meslekler Alocular Dikkat Twitter Takipci Nosalji Anilar Marka Hikayeleri Kangal  Evlenmek istiyorum Troleybus Gida Teroru Ek Gelir israil Boykot Yerel Medya Otel ik Siyaset Edebsizlik Derin Haber Yolsuzluk Aile Askerlik-Sehitlik Hz Muhammed Gundem evlilik programlari Baskent Sehirlerarasi Firmalar



Para İstemiyoruz, Dalga Geçmeyin Yeter

Maliye Bakanı Mehmet Şimşek bugün yaptığı açıklamada emekçileri güldürmeyi başardı. Bakan Şimşek, enflasyon karşısında eriyen iki kesimin aylık 11 bin lira kazanan milletvekilleri ve 7 bin liraya yakın maaş alan müsteşarlar olduğunu söyledi. Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, “2002 ile 2011 arası maaşı enflasyon karşısında eriyen sadece 2 kesim var, bunlardan biri müsteşarlar, diğeri ise milletvekilleri” dedi. Batman’ın Koçaklar köyünde kurulan iftar sofrasında Kral TV ve Kral FM’de “Mehmet’in Gezegeni” adlı programa konuk olan Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, burada yaptığı açıklamada, herkesten geliri ölçüsünde vergi almayı şiar edindiklerini ileri sürdü. Vatandaşların sesli mesaj yoluyla ilettikleri soruları yanıtlayan Şimşek, asgari ücretle çalışan bir işçinin “Milletvekillerinin bir gecede aldığı maaş zammı işçileri rahatsız ediyor” değerlendirmesi üzerine bunun istismar edilen bir konu olduğunu savundu. 2002 ile 2011 arası maaşı enflasyon karşısında eriyen sadece 2 kesim bulunduğunu belirten Şimşek, bunlardan birinin müsteşarlar diğerinin milletvekilleri olduğunu söyledi. (Ağustos, 2012)


 

Mehmet Şimşek
Gecenin bir vaktinde kendi maaşlarına yüzde 45 zam yapan vekillerimize soruyor ve söylüyoruz: Kutsalsınız diyerek oyaladığınız bir öğretmenin aylık maaşının bir hizmetli maaşı ile aynı olduğunu biliyor muydunuz? 2012 yılında emekli bir öğretmenin 1.100 tl maaşı ile nasıl geçinip çocuk okutabileceğini hiç düşündünüz mü? Ülkemizde asgari ücretle geçinen milyonlara Allah sabır versin, peki sizler devletin imkanlarıyla zenginleri beslerken asgari ücretlilerin durumlarını yükseltmeyi hiç düşündünüz mü? Kısacası, sizlerden para delenmiyoruz, halkın onuruyla oynamayın yeter!

Boğaziçi Köprüsü’nde İlk Trafik Cezası

29 Ekim 2013 tarihinde, 40 yaşına girecek olan ve onun öncesinde kapsamlı bir bakıma alınması planlanan Boğaziçi Köprüsü, zaman içinde çok ilginç haberlere de konu oldu. Onlardan birisi de Boğaziçi Köprüsü’nde, 29 Ekim 1973 gecesi kesilen ilk trafik cezasıyla alakalıydı. 31 Ekim 1973 tarihli Günaydın Gazetesi’nde yayınlanan haber şöyle: “1074 metreuzunluğundaki Boğaz Köprüsünü 15 saniyede geçeceğine dair yanındaki hanım arkadaşıyla bahse giren Ali Umur adındaki genç adam, Chevrolet marka özel otomobiliyle köprüye çılgın gibi girince görevli polisleri karşısında bulmuştur. Hızının 170 kilometreden fazla olduğu tahmin edilen otomobilin şoförü, önü kesilince birden fren yapmış, yerler kaygan olduğu için köprünün üzerinde iki defa döndükten sonra durabilmiştir. Görevli polisler Boğaz Köprüsü’nde ilk cezayı Ali Umur’a kesmişlerdir. 100 Lira ceza ödeyen şoför; “Parayı verdiğime değil, bahsi kaybettiğime üzüldüm” demiştir.”


 

Aldanma İnsanoğlu

Barajların Zararları ve Yararları
 

Barajların Zararları:

  • Barajlarda depolanan milyarlarca metreküp su yaptıkları ağırlıkla yer kabuğunu zorlayarak depremlere neden olabilmektedirler.
  • Barajlar büyük ölçekli su topladıkları ve doğal bir yapı olmadıkları için yapıldıkları bölgelerin iklimlerini değiştirir, bozarlar. Barajların Geri Tepmesi denilen en büyük olumsuz etkileri ise, barajlardan buharlaşan su atmosferin yüksek olmayan bir bölümünde birikerek Sera Etkisi yapar Böylelikle bölgenin ısısında artış meydana gelerek kuraklık ve çölleşme başlar.
  • Barajlar şayet deprem riski göz önüne alınarak tasarlanıp yapılmazlarsa bir deprem sırasında setlerinin kırılması sonucu çok ciddi sel tehdidi oluşturabilirler. Örneğin İtalya‘daki Vajont Barajı’na şev kayması sonucu barajın gövdesi toprakla tamamen dolarak taşkın meydana gelmiş ve bu olayın sonucunda 2.250 kişi yaşamını yitirmiştir.
  • Barajlar akarsuların taşıdıkları alüvyonlarla zaman içerisinde dolarlar. Öyle ki bir süre sonra baraj göletinin gövdesi tamamen dolarak su seviyesi 1 metreye kadar düşebilir ve baraj artık görevini yapamaz hale gelir. Bu durumda barajın gövdesine dolan alüvyonların temizlenmesi gerekir. Bu da zahmetli ve masraflı bir iştir.
  • Barajların yapıldıkları bölgelerde pek çok yerleşim birimi su altında kalacağı için boşaltılmak zorundadır. Kimi zaman tarihi kültür mirası listesinde bulunan eski yerleşim yerleri de bu tehditle karşı karşıya kalabilirler. Sular altında kalan yerleşim birimlerinden göç etmek zorunda kalan insanlar yeni yaşam alanları ve yeni iş sahaları bulurken bir takım sıkıntılarla ve ağır maliyetlerle karşılaşabilmektedirler.
  • Baraj alanında yaşayan pek çok insan inşaatın tamamlanmasıyla birlikte başka alanlara göç ediyor ve buralar da önemli sosyoekonomik sorunların parçası oluyor.
  • Barajların dolgu alanlarının altında büyük tarım arazileri ve ormanlık alan kalarak kullanım dışı kalabilmektedir.
  • Baraj suları tuzluluk sorunu yaratarak suladıkları alanları tarım yapılamaz.
  • Barajlar sivrisinek gibi zararlı böceklere ev sahipliği yaparak hastalıkların aratmasına neden olabilirler.
  • Küçük bir kasabaya yetecek kadar enerji üreten bir tesis için bile pek çok ağaç kesip yol açmak zorunda kalınması doğaya geri dönüşü olmayan zararlar vermektedir.
  • Her baraj, yapısı, konumu ve boyutlarına göre değişen oranda, akarsuların doğal akışlarını ve yapısını değiştiriyor. Bu durum, suyun kalitesinin bozulması, canlıların yaşam alanlarının tehlike altına girmesi ve pek çok canlı türünün bu nedenle yok olması gibi bir dizi ciddi sorunu gündeme getiriyor.
  • Barajların ardından akarsular, kıyılardaki deltalarına tortu taşıyamıyor, deltaların kıyıları zamanla denizlere teslim oluyor. Tortulara bağlı olarak taşınan besin maddeleri barajlarda tutulduğu için deltalardaki ve denizlerdeki canlılara ulaşamıyor.
  • Özellikle su kaynakları kısıtlı olan kapalı havzalardaki akarsularda inşa edilen barajlar, suyu havzanın irtifası yüksek noktalarında tutarak havzanın aşağı kesimlerine olan su akışını azaltıyor. Bu durumda, havzanın orta kesimindeki yeraltı suları aşırı derecede azalıyor ve bazı durumlarda havzalardaki göller tümüyle kuruyor.
  • Baraj projeleri çoğu zaman hesaplananın üzerinde bir maaliyetle tamamlanır.

Barajların Yararları:

  • Büyük miktarda elelktrik üretme
  • Yerleşim yerlerinin suyunu karşılama
  • Sel ve taşkınları önleme
  • Tarım arazilerini sulama
  • Balıkçılık
  • Ağaçlandırmaya katkı, erozyonu önleme
  • Turizmi geliştirme
  • Ulaşım
  • İklimi yumuşatma
  • Yakıtlı santralleri kadar hava ve çevre kirliliği oluşturmama

Bitmeyen Sorunlar




 

Telefona Değil Akla İhtiyacımız Var

Hayatımıza “Akıllı telefonlar” öylesine girdiler ki, artık telefon kullanıcılarının fazla akıllı olmaları pek beklenilmiyor.
Başbaşa kalmak için bir masa başına oturan iki kişinin, birbirleri yerine akıllı telefonlarından başkaları ile konuşmaları, insan aklının kıtlığını kanıtlamıyor mu?
Veya pek tanımadığınız bir kişi, sorunlarını anlatmak için sizden randevu istiyor. Yoğun gündeminizde bir yer açıp, ona zaman ayırıyorsunuz.
Gelip karşınıza oturuyor. Onun sorunlarını anlatmasını bekliyorsunuz.
O anda ziyaretçinizin telefonu çalıyor.
Cebinden akıllı telefonunu çıkartıyor

Arayan kimse onunla konuşmaya başlıyor. Konuşmasının bitmesini boşuna bekliyorsunuz.
Bir süre sonra bu ziyaretçinizin telefonu kadar akıllı olmadığını düşünmeye başlıyorsunuz.
Şimdi sırada Akıllı otomobillerin üretilmesi varmış.
Otomobiller akılsızken de sürücülerin akıllı olmalarına zaten pek bakılmazdı. Trafik kazalarına kurban verdiğimiz canların sayısına bakılınca, sürücülerin genel akıl durumları kolayca anlaşılır.
Ayrıca sürücünün akılsızlığı sade kazalardan anlaşılmıyor ki.
Trafik ışıklarına önem vermeyenlere, güvenlik şeridine girip trafiği aşmayı akıllılık zannedenlere ve sağa sola saparken sinyal vermeyenlere, akıllı otomobiller akıl verebilecek mi?

Aslında gerçek ihtiyacımız ne akıllı telefondur, ne de akıllı otomobildir.
Sade biz Türkiye’de yaşayanlar değil, tüm dünya halkları Akıllı insanı bekliyor.
Bu akıllı insanın Apple veya Samsung tarafından üretilmesinin mümkün olmadığını da biliyoruz.
Bu konuda yapılabilecek tek şey, akılsızlıklara tepki göstermek ve insanları aklın yoluna davet etmektir.

(Mehmet Barlas, Ağustos 2012)

Derin Uyku

Dünyada en kolay kandırılabilecek halk maalesef bizim halkımızdır.
İçten dıştan bizi herkes kandırıyor.
Bizim uyanıklığımız yarı uyku halidir. Yatakta uyuyoruz rüyalar görerek, ayakta uyuyoruz hayaller, yalanlar, kâbuslar içinde.
Bir asra yakın bir zamandan beri tokatlanıyoruz, darbe üstüne darbe yiyoruz yine akıllanmadık.
Mü’min, delikten çıkan bir yılan tarafından iki kere sokulmazmış. Biz bin kere sokulmuşuz, bin birinciye hazır bekliyoruz.
Kriptolar, Siyonistler, Haçlılar, emperyalistler, sömürgeciler ensemizde boza pişiriyor, bizde kendine gelme hareketi yok.
Vuran vuruyor, tekmeleyen tekmeliyor, aldatan aldatıyor. Biz eski hamam eski tas.
Kafir vuruyor, münafık vuruyor, Kripto vuruyor.
Yahu bu ne rezalettir deyip silkinmiyoruz.
Öyle keskin bir gaflet şırası içmişiz ki, bir türlü ayılamıyoruz.
Düşmanlarımız ve şeytanlarımız Müslümanları sürülere ayırdılar. Bin kadar irili ufaklı cemaat, tarikat, hizip, fırka, fuftbol kulübü, sekt, grup. Öyle mestiz ki, toparlanmak, birleşmek için gayret gösterecek halimiz kalmamış.
İşimiz gücümüz dedikodu, gıybet, polemik.
Çoğumuz sabah ezanlarında leşler gibi yatar uyur.
Kur’an Birleşin der, Sünnet Birleşin der ama biz bir türlü birleşmeyiz.
Bir dinsiz veya münafık kuyuya bir taş atar, bin Müslüman çıkartamaz.
Şu ayakta uyuyan sahte sofuya bakınız. Lüks ve israflı arabasına kurulmuş caka satıyor. Sorun ona, bu arabayla ayda kaç kez sabah namazına gidiyor?
Dünyevîlik afyonunu çeke çeke öyle zom olmuşuz ki, top gürültüsü bile uyandırmaz bizi.
Tevekkeli “İnsanlar uykudadır, ölünce uyanırlar” buyrulmamış.
Bilmiyorum kim uyaracak bu halkı?
Kur’anda Allah uyarıyor, Peygamber uyarıyor, on dört asırdır alimler, fakihler, mürşidler uyarmış ama uyanmıyorlar.
Derin uykuda onlar ve vuran vurana, tekmeleyen tekmeleye, aldatan aldata, zehirli iğnesiyle sokan sokana.
Ah bir uyansalar ama nasıl uyanacaklar.
Dünya, para, lüks, israf, benlik, keyif, zevk u safa, tefrika şarapları çok keskin. Bunları içen zom oluyor, bir dahi uyanmıyor.

(Mehmet Şevket Eygi, Ağustos 2012)

Köylü Milletin Askeridir



Okuyan, Düşünen ve Yatan Türkiye


İstanbul Saatli Bir Bomba
 

Beş milyonu aşmaması gereken nüfusu yirmi milyonun üzerine çıkartırsanız yüze yakın konuda ve sahada vahim sakıncalar oluşur. Bunlardan biri güvenlik meselesidir. İstanbul’un nüfusu beş milyonda tutulmuş olsaydı (ki bu mümkündü) bugünkü kadar güvensizlik, anarşi, kaos ve terör olmazdı. Artık oklar yaylardan fırlamış, İstanbul bir mega kent olmuş ve huzursuzluk, hava ve ses kirliliği, trafik sıkıntısı, çeşit çeşit krizler kontroldan çıkmıştır.
Bugünkü durum normal durumdur. Bir de, büyük zelzeleden sonraki İstanbulu düşününüz. Binaların yüzde doksanının depreme karşı dayanıksız olduğu iddia ediliyor. Büyük bir depremden sonra, evleri oturulmaz hale gelen milyonlarca halkın çadır kurup barınacağı alanların çoğuna yeni binalar yapılmıştır. Bunca halk nerede yatacak, ne yiyip içecek, tuvalet ihtiyacını nerede giderecektir? Felaket kışın gelirse nasıl ısınacaktır? Yüz binlerce ölü nereye gömülecektir? Yüz binlerce yaralı nerede ve nasıl tedavi edilecektir? Büyük depremden sonra en az yirmi bin yerde yangın çıkacakmış. Bunlar nasıl söndürülecektir? Yağmacılık nasıl önlenecektir? Son hadiseler gösteriyor ki, terör bundan sonra Hakkari’de değil, İstanbul’da yoğunlaşacaktır.
Bendeniz 1940′dan beri (yüksek tahsil, yedek subaylık ve sürgün yılları dışında) İstanbul’da yaşadım. Yetmiş seneyi geçen uzun bir müddet. İstanbul artık yaşanabilir bir şehir olmaktan çıkmıştır. Köprü trafiği yüzünden Anadolu yakasına bile geçemiyorum artık. Köydeki evime bile rahatça gidip gelemiyorum. Bir lokantaya gidip yemek yemek, bir çayhaneye gidip çay içmek çok zorlaştı. Eskiden ayda birkaç kere sur içinde tarihî semtleri gezerdim. Artık gezemiyorum. Sokaklar, caddeler dolu, meydanlar dopdolu, taşıtlar dolu. Taksiyle de bir yere rahatça gidilemiyor. Ramazanda Sultanahmet meydanı, parkları mahşer gibi insan kaynıyordu. Ayda bir kere Kuzguncuğa gider, ikindi çayı içerdim. Elveda.
Büyük depremden önce karıncalar yuvalarından dışarıya fırlarmış. İstanbul da öyle. İnsan selleri, otomobil selleri. Ramazandan sonra Pazar günleri Marmara ve Haliç sahillerinde on binlerce piknikçi. Mangallar, tüp gazlar. Izgara kokuları, dumanlar. Bir mekana, orada huzur ve denge içinde yaşayabilecek miktarın beş misli adam koyarsanız toplumsal bir cinnet başlar. Bir de depremi düşününüz. İstanbul’u bu hale kimler getirdi?. Rantçılar getirdi. Şehir daha da büyüyecek. Yirmi beş, otuz ve kırk milyon olacak. Son ormanlara, yeşil sahalara binalar yapılacak. Haddinden fazla büyüyen, büyültülen bir şehir saatli bomba gibidir. Günü gelince patlar. Âhir ömrümde nereye kaçabilirim?

(Mehmet Şevket Eygi, Ağustos 2012

Ramazan Halleri


Kendini Beğenen Bilmiş


 

Yaranamamak


 

Hazreti Muhammed’in Naaşını Çalacaklardı

Osmanlı Beyliği’nin yeni kurulmuş olduğu 14. asrın ilk yıllarında, İslâm’ın kutsal topraklarına merkezi Kahire olan ve Haçlılar’ı Ortadoğu’dan atan güçlü Memlük devleti hâkimdi. Memlükler kuvvetli bir kara ordusuna sahip olmalarına rağmen, denizcilikte zayıf kalmışlardı. Doğu’ya uzanan ticaret yollarını ellerine geçirmek isteyen Portekizliler, Memlükler’in denizcilikteki bu zaafından istifade ederek Arabistan Yarımadası’nda stratejik mevkiler elde etmeyi başardılar. Portekizli komutan Alfonso d’Albuquerque ise, 1513’te daha da ileri giderek, Hazreti Muhammed’in Medine’deki mezarını Hristiyan topraklarına kaçırmak gibi hain ve sinsi bir plan kurdu. d’Albuquerque’in gerekçesi, Memlükler’in Kudüs’teki kutsal yerleri ziyaret eden Hristiyanlar’dan vergi almalarıydı. Ama, Osmanlılar’ın Memlükler’i tarih sahnesinden silerek Ortadoğu’ya ve kutsal topraklara hâkim olmaları bu planı bozdu.

İSLÂM’I SÜRME NİYETİ
Portekizliler 15. yüzyılın sonlarında Ümit Burnu’nu dolaşarak Hint Okyanusu’na ulaşmış ve gözlerini Arabistan’a dikmişlerdi. Memlük Devleti, Cidde’ye çıkan ve hattâ Mekke ile Medine’yi bile tehdit eden Portekizliler’in ilerleyişini durduramıyordu. Hint Okyanusu’ndaki Portekiz donanmasının kumandanı olan Alfonso d’Albuquerque, korkunç planını işte bu sırada hazırladı. Niyeti sadece peygamberin mezarını çalmak değil, Müslümanlar’ı İslam’ın kutsal topraklarından da sürmekti. d’Albuquerque’in planı, Muhammed Yakub Mughul’un “Kanuni Devri Osmanlılar’ın Hint Okyanusu Politikası ve Osmanlı-Hint Müslümanları Münasebetleri” isimli eserinde şöyle anlatılır:

OSMANLI KONTROLÜ
“Hindistan’daki Portekiz sömürgelerini muhafaza etmek ve kuvvetlendirmek için başka bölgeler de işgal edilecek, denizlere hâkim olmak maksadıyla Hürmüz Boğazı elde tutulacak, Kızıldeniz’de hâkimiyet kurmak amacıyla Aden’e girilecekti. Nil Nehri’ne yeni kanallar açılarak suyun yolu değiştirilecek, böylelikle Mısır’a büyük zararlar verilecek ama çok daha önemlisi, Hazreti Muhammed’in Medine’deki mezarı kaçırılıp bir Hristiyan memlekete götürülecekti. Portekizli komutan, planını tatbik için 1513’te harekete geçti, birçok Müslüman toprağını işgal etti ve amacına ulaşmasına Osmanlılar engel oldular. Yavuz Sultan Selim’in başında bulunduğu Osmanlı ordusuyla Memlükler arasında 1516’nın 2 Ağustos günü Halep yakınlarındaki Mercidabık bölgesinde yaşanan savaş Osmanlı tarafının galibiyetiyle bitince Mısır ve Suriye Yavuz’un eline geçti. İslâm’ın kutsal toprakları da kısa bir zaman sonra yine Osmanlılar’ın kontrolü altına girdi.

PLAN HAYAL OLDU
Bu gelişmeler, Hindistan’a uzanan ticaret yollarının önemli bir bölümünün Osmanlılar tarafından hâkimiyet altına alınması demekti. Arabistan Yarımadası’ndaki Portekiz ilerlemesi de böylelikle durduruldu, Hindistan’dan Avrupa’ya yapılan mal akışı, Türkiye üzerinden sürdürülür oldu ve Alfonso d’Albuquerque’in korkunç planı da bir hayal olarak kaldı.

Hz. Muhammed’in naaşınıı kaçırmayı planlayan,
 Portekizli komutan Alfonso d’Albuquerqu (1453 – 1515).

ABD Uşağı ve Türkiye Uşağı

Milli Güvenlik Kurulu demek, orduyu yöneten komutanları ülke yönetimine ortak etmek demektir. Oysa demokratik bir hukuk devletinde, ülke yönetiminde sadece seçilmiş sivillerin söz sahibi olması gerekir. Onun içindir ki Milli Güvenlik Kurulu denen bu kurum en kısa zamanda lağvedilmelidir. Dahası, “Cumhuriyeti koruma kollama görevi” adı altında orduya darbe yapma fırsatı sağlayan İç Hizmet Kanunu’nun 35. maddesi derhal tarihin çöp sepetine gönderilmelidir. Bunlar darbe yapanların iç destekleridir.
Darbe yapanların bir de dış desteği var. Nitekim darbe yapanlar için ABD yöneticileri “Bizim oğlanlar; bizim çocuklar” diyorlar. Bu arada ilk darbe olan 27 Mayıs 1960 darbesini gerçekleştirenlerin daha ilk açıklamalarının ilk cümlesinde, “ABD ittifakı NATO’ya bağlıyız” dediklerini de unutmamalıyız. Yine 12 Eylül 1980 darbesinin, Hava Kuvvetleri Komutanı Tahsin Şahinkaya‘nın ABD’den döner dönmez, 28 Şubat darbesinin ise Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı‘nın ABD’nin ikiz kardeşi İsrail’den döner dönmez yapıldığını da hatırlamalıyız. Ayrıca 28 Şubat darbesinden birkaç gün önce Genelkurmay 2. Başkanı Çevik Bir‘in ABD’de bulunduğunu ve orada Erbakan Hükümeti’ni devirme toplantılarına katıldığını aklımızdan çıkarmamalıyız. Ayrıca Çevik Bir’in ABD’deki JINSA adlı Yahudi kuruluşundan ödül aldığını da gözden kaçırmamalıyız.
Malumunuz, hiçbir sivil iktidarın alamayacağı ABD’nin, İsrail’in yararına, Türkiye’nin zararına olan siyasi, sosyal ve ekonomik kararlar darbe dönemlerinde alındı. Askeri darbe döneminde ABD’nin, İsrail’in lehine, Türkiye’nin aleyhine olan askeri anlaşmalar, askeri ihaleler imzalandı. Kısacası, darbeler ABD’nin, İsrail’in çıkarlarına hizmet ediyor. Ülkemizdeki tüm darbelerin altında ABD’nin parmağının olduğunu artık herkes biliyor. Zaten ABD yönetiminin deyimiyle, ülkemizde darbeleri yapanlar “ABD oğlanı”, “ABD çocuğu“! Peki bu durumda “Ordu göreve” diyerek ordunun yönetime el koymasını isteyen siviller ne çocuğu? Açık açık “Darbeler gereklidir; darbeleri destekliyoruz” diyen birtakım Kemalistler kimin çocuğu? Ülkemizde yapılan her darbenin ABD’ye hizmet ettiğini düşünürseniz, demek ki darbeleri destekleyenler ABD’nin uşağı! Onlar ABD uşağı; biz ise Türkiye uşağı!

(Lütfü Oflaz, 2012-04-21

Değersizleşme ve Değersizleştirme Dönemi

Bu ülkeyi yarım yüzyılı aşkın bir süredir izlerim, iyi ve kötü günlerini bilirim hatta denizdeki balık gibi toplumun yönelimlerini sezerim desem yalan olmaz. Buna dayanarak rahatça söyleyebilirim ki; Türkiye’de hırsların bu kadar arttığı, nihilizmin bu kadar yükseldiği ve toplumu bir arada tutan yazılı olmayan kuralların bu kadar yıprandığı başka bir dönem görmedim. Gazeteleri okurken hayretler içinde kalıyorum, ekrana bakarken şaşkınlıktan dilim tutuluyor, siyasilerin konuşmaları kanımı donduruyor. Bu ne hırs, bu ne ego şişkinliği, bu ne delirme! Kimsenin kimseye saygısı kalmamış gibi. Eskiden insanlarda doğal olarak bulunan; “Şöyle yazarsam ayıp olur, böyle söylersem hoş karşılanmaz!“ gibi kendini kontrol mekanizmaları yok olmuş. Çoğu kişi “Amaaan! Ekmeğimi o mu veriyor, bana ne yapabilir ki!” nihilizmine kaptırmış kendini.
Hiçbir değer ölçüsü yok. Ne gerçek saygısı, ne insan sevgisi; ne efendilik, kibarlık özeni, ne seviye kaygısı. Sokakta birbirlerini paralayan zavallı kuduz köpekler gibi yaşamak hoşlarına gidiyor. Tam bir değersizleşme süreci. Kendileri gönüllü olarak değersizleşiyorlar, sonra da hâlâ insani değerlerini koruma kaygısında olan üç beş kişiye saldırıp “Sen de bizim gibi değersizlik çukuruna düş!” demek istiyorlar. Toplumsal yapının bu derece bozulduğunu, “Sayın muhbir vatandaş”ların türediği askeri dönemlerde bile görmedim. Pompei’nin son günlerini yaşar gibiyiz. Ve bence asıl sorumlu bu ülkenin okumuş-yazmış ama insani değerlerden nasibini almamış kesimi. Bir okurumun gönderdiği Nesimi beyti durumu ne güzel anlatıyor:
Ey Nesimi, Can Nesimi bil ki Hak aynındadır.
Cümle mahlukun vebali Ulema boynundadır.

(Zülfü Livaneli, 13.08.2012

Coca Cola Ürünlerine Alkol Eklediğini Kabul Etti

2006 yılında TÜBİTAK ve Tarım Bakanlığı Kayseri Laboratuarında yaptırılan analizlerde etiketinde alkolsüz yazdığı halde kola ve diğer gazlı içecekler ile aromalı maden sularında etil alkol bulunmuştu. Şimdi ise Fransa‘da yapılan analizlerde içeceklerde alkol bulundu. Fransa Ulusal Tüketim Kurumu’nun araştırmasına göre, 19 kola ürününün çoğunda litre başına 20 küpe eşit şekere rastlandı. Lightlardaki tatlandırıcılar sağlığa zararlı çıktı. Ve kolalarda çok düşük miktarda da olsa alkol bulundu. (Haziran 2012)
Efes Pilsen‘i de üreten Anadolu grubuna bağlı olan Coca Cola Türkiye‘den yapılan açıklamada “yurt dışı kaynaklı, Coca-Cola’nın içeriğinde alkol bulunduğu yönündeki iddiaları içeren haberlere açıklık getirmek isteriz” denildi. Ürünlerimizde alkol yok diyemeyen Coca-Cola Türkiye yaptığı açıklamasında; “Türkiye’de, Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı Alkolsüz İçecekler Tebliği’ne uygun olarak üretilmekte ve aynı bakanlık tarafından denetlenmektedir. Ortadoğu ülkeleri de dahil olmak üzere tüm dünyada Coca-Cola, alkolsüz ürünler kategorisinde üretilip satılmaktadır” denildi. Alkolsüz İçecekler Tebliği ise 1 litre cola, gazlı içecek, meyve suyu, maden suyu, tunik, aromalı içecek gibi ürünlere 3 gr etil alkol eklenmesine izin veriyor. Ortadoğu’ya sattığını ifade ederek etil alkol eklediğini gizlemeye çalışan Coca Cola; eklemiyoruz diyemediğinden alkol eklediğini örtülü olarak itiraf etti.
İçeceklere alkol eklenmesinde suçlu üreticiler mi? Hem evet hem de hayır. Üreticiler ürünlerini ilgili mevzuata uygun üretmekle mükelleftir. Türk Gıda Kodeksi Alkolsüz İçecekler Tebliği 5. maddesinde bir litre içeceğe 3 gr alkol eklenmesine izin veriyorsa üretici bunu ekler. Asıl sorun akol eklendiği halde ürüne bunun etikete yazılmamasındadır ki burada kusurlu bu mevzuatı hazırlayan siyasetçiler ve bürokratlardadır. İçeceklere alkol eklenmesine birinci dereceden kusurlu olan hükümetlerdir ve asıl tepki onlara gösterilmelidir

Evlilik Namazı

 

Türklerin Beyaz Ekmek Sevdası

Türk insanının temel besin kaynağı ekmek. Günlük enerji ihtiyacımızın ortalama yüzde 40‘ını ekmekten alıyoruz. Ancak ne yazık ki çok yanlış bir algı ile beyaz undan yapılan ekmeği tercih ediyoruz. Türk insanının ciddi bir beyaz ekmek takıntısı var. Bütün dünya esmer yani tam buğday ekmeğini tüketmeye çalışıyor. Türkiye’de en önemli besin maddelerini içeren buğdayın kepeği, kabuk kısmı unu esmerleştirmesin diye çıkarılıyor ve çekirdek kısmına yakın olan beyaz kısmı öğütülerek un haline getiriliyor. Buğdayın yüzde 40′a kadar olan kepek ve kabuk kısmı hayvanlara yem oluyor. Yani buğdayın en besleyici kısımları hayvanlara gidiyor. Biz ise beyaz ekmek sevdasına bol bol karbonhidrat tüketiyoruz.
UNO, TÜBİTAK ile ortaklaşa bir araştırma yapmış. Sonuçlar çok çarpıcı. Beyaz ekmek yediğimiz ve buğdayda yer alan çinko, folik asit, demir, B6, B12 gibi elementleri yeterince alamadığımız için Türk insanı olarak boyumuz kısa. Raşitizm hastalığı bu yüzden çok sık görülüyor. Kadınlarda folik asit yetersizliği düşük oranını artırıyor. Tahıldan alınması gereken maddeler alınamadığı için Türk insanının kan değerleri de çok düşük. Ayrıca öğrenme yeteneğimizde de bu yüzden azalma görülüyor. Düşük çalışma kapasitesi, yaşam kalitesinde düşme ve toplumsal sosyo ekonomik zarar da cabası. Bütün bunların temel sebebi ise beyaz ekmek yeme sevdamız

Ortadoğu’ya Mezhep Tezgâhı

Türkiye üzerine oyun oynandığı konusunda hiç kuşku yok.
Bilmediğimiz, masa başındaki oyuncuların kimler olduğu.
Bu işin boyu, komşularımızı aşıyor.
Ortaya sürülen peylere, masadaki limitlerin yüksekliğine bakılırsa, oyuncular oldukça güçlü olmalı diye düşünüyor insan.
Benim en önemli göstergelerimden biri New York Times Gazetesi.
Bu gazetenin haberlerine hep başka bir pencereden bakıyorum.
Onlar da beni yanıltmıyorlar.
Geçen hafta sonu NYT’de dam üstünde saksağan bir haber vardı.
Çok ilginç ve cehaletle anlatılamayacak kadar maksatlı bir haberdi.
Aslında haber bile değildi. Sözde bir analiz yazısıydı.
New York Times, Türkiye’deki ana-muhalefet partisinin Suriye konusunda hükümetle fikir ayrılığı içinde olduğunu yazıyordu ve bunu dini nedenlere bağlıyordu.
NYT’ye göre CHP bir Alevi partisiydi ve bu yüzden Suriye’deki Esad rejimini destekliyordu.
Gazete bu analizine destek olarak da Antakya çarşısındaki bir halıcı dükkânında, üzerinde Esad‘ın resmi olan bir halı ile Kılıçdaroğlu‘nun resmi olan bir halının yan yana satılmasını göstermişti.
NYT’ye göre bu mezhepsel dayanışmanın en açık işaretiydi.
Bu aptalca yorumun normal şartlarda bu gazetede yer bulması pek mümkün değildir.
Bu kadar cehalet normal değil. Hele NYT için hiç değil.
Burada birilerinin bölgede bir mezhep çatışması başlatma gayretinin, Türkiye’ye de bir Alevi-Sünni gerilimi olarak yansıtılması çabası var.
Zaman zaman bizim siyasetçiler de aynı hatayı yapıyor ama hatırlatmakta yarar var ki, Suriye’deki Nusayrilerin bizim Alevilik inancıyla uzaktan yakından bir alakası yok.
Nusayriler Kuran-ı Kerim’i tazim etmekle birlikte El-Mecmû denilen kitabı kutsal olarak addederler.
Kelime-i şahadet ise “Ali bin Ebû Tâlib’den başka ilah, Muhammed Mahmud’dan başka hicâb, Selmân-ı Fârisî’den başka bâb olmadığına şehadet ederim” şeklindedir.
Melek ve melekut telakkileri ise tamamen farklıdır ki Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin onlara göre melektir.
Tenasüh çok yaygındır.
Hz. Ali “Allah”la eşdeğerdir.
Kadınlar ibadete alınmaz.
Anadolu Alevilerinin saygı duydukları kişilerin Nusayrilerde hiçbir hükmü yoktur.
Belli ki, birileri Ortadoğu’yu ve İslam dünyasını yeniden tanzim ederken “mezhep çatışması” üzerinden bir hareket planı uyguluyor.
Türkiye’de ise iki partili bir siyaset uygun görülmüş ve bu siyasi ayrım din üzerinden kurgulanmış.
Kimse dikkat etmese bile CHP’nin buna dikkat etmesi gerekiyor.
“Yeni CHP”, büyük bir oyunun parçası haline getirilmek isteniyor gibi görünüyor.
Birkaç haftadan beri dikkat çekmeye çalıştığım bir konuya Teke Tek’te emekli Tümgeneral Osman Pamukoğlu net bir şekilde açıklık getirdi.
Haftalardır İran’la bozulan ilişkilerin PKK’nın tırmanmasında önemli etkisi olduğunu söylüyorum, yazıyorum.
Pamukoğlu ise somut bir şey söyledi. Dedi ki: “İran, Türkiye sınırındaki üç PKK kampını yeniden açtı ve harekete geçirdi. Bu kamplar açılmasaydı Hakkâri, Şemdinli, Çukurca üçgeninde PKK bu kadar etkili olamazdı. İran çok açık bir şekilde PKK’yı desteklemeye, kullanmaya başladı.”
İran demek aynı zamanda Irak demek, aynı zamanda Suriye demek.
Suriye demek aynı zamanda İran demek.
Kendi kendimize etrafımızda bir ateş çemberi yarattık.
Çok önce yazdım; ABD, İran konusunda Türkiye’ye sert çıkıp uyarınca hükümet İran yanlısı tavrından vazgeçmek zorunda kalmış, üzerine bir de Kürecik’e radar izni çıkınca İran’la durum zaten gerilmişti.
ABD’nin hükümete tehdidi çok netti: “İran yanlısı olmaktan vazgeçmezseniz Batı ittifakının bir parçası olarak kalamazsınız.” Benzer bir mesajın Suriye konusunda da geldiğinden kuşkum yok.
Hiçbirimiz de hükümetin ve Türkiye’nin tek başına Suriye ve İran muhipliği yapmasını isteyemeyiz, doğru da bulmayız.
Suriye ile kanka olmaktan vazgeçmemiz, Suriye’nin bir numaralı düşmanı ve bu ülkeye yönelik hareketlerin odağı olmamızı gerektirmiyordu.
Dışişleri ne yazık ki bu dengeyi beceremedi.
Oysa Dışişleri demek, bu dengeleri bilip gözeterek hareket etmek demek.
İfrat ile tefrit arasında gidip gelmek değil.

(Fatih Altaylı, Ağustos 2012

Sporcu Kadın

Görünen o ki, bir kadının sportif başarısı, erkeğe benzemesiyle doğru orantılı. Yani pek çok branşta madalyaya giden yol erkeğe dönüşmekten geçiyor. Şimdi söyleyin bana, bir kadın bundan daha fazla nasıl aşağılanır? Olimpiyat sporcularının bir atletten ziyade üniformasız asker olarak görüldüğü soğuk savaş döneminde, özellikle Doğu Bloku ülkelerinin kadın atletlerinin gerçekten kadın olup olmadığı tartışılırdı. Kullandıkları hormon ilaçları yüzünden bıyıklı kadın atletler koşardı pistlerde. Doping ve diğer kimyasalların spor sahalarından uzaklaştırılması yolunda alınan önlemler ve denetim teknolojisinin gelişmesiyle, bu insanlık dışı çirkin görüntünün biraz önü alınır gibi oldu ama Londra Olimpiyatları’nda gördüm ki, madalya için erkekleşmek zorunda bırakılan pek çok kadına, üstü örtülü bir sportif şiddet uygulanıyor. Adeta kadınlıkları ellerinden alınıyor. (Yüksel Aytuğ, Ağustos 2012)

 

Aşı Planlaması Vurgunu

Batı medeniyeti ülkelerinde nüfus çok az artarken, yahut hiç artmazken, bazılarında az artmak bir tarafa gerilerken, yaşlanırken Üçüncü Dünya ülkelerinde hızla artıyor. Böyle giderse 2050′ye varmaz dünyanın nüfus dengeleri tepetaklak olacaktır. Bu tehlikeye karşı neler yapılıyor?
» Evvelce yok iken nereden çıktıysa zuhur ediveren Aids, tavuk gribi gibi esrarlı hastalıklar nüfus planlamasına yardımcı oluyor.
» Aşılama kampanyaları bazı ülkelerde bir soykırım halini almıştır.
» Nüfusları hızla artan ülkelerde aman fazla çocuk yapmayın kampanyaları. 1970′li yıllarda ülkemizde nüfus frenlemesi propagandası yapılmamış olsaydı şu anda yüz milyona yaklaşmış olacaktık.
» Savaşlar.
» Kötü beslenme yüzünden halkın büyük bir kısmının canlı cenazeye dönüşmesi.
» Kimyasal ve biyolojik silah stokları!
Batı dünyasında şiddetini her gün arttıran islamofobi cereyanı Müslümanların hepsini potansiyel düşman olarak görmektedir. Türkiyenin nüfusu artmasın ki, ileride doğuya ve güneydoğuya Ermeni ve Yahudi nüfusu ithal edilebilsin. Türkiye Müslümanlarının temel gıdası ekmektir. Ekmekler o kadar beyazlaştırılsın, o kadar gayr-i tabiî ve kimyalı hale getirilsin ki, yiyenler ölmesinler ama uzun vadeli intihar etmiş olsunlar, sürünsünler. Ben neler mi sayıklıyorum? Sayıkladığım falan yok. Yığınların bilmediği gerçekleri dile getiriyorum. İnterneti açın “dangers vaccination” kelimeleriyle arayın, karşınıza muazzam sayıda veri çıkacaktır. Bunlardan birini mesela vaccine dangers.com’a giriniz ve okuyunuz. Başka kelimelerle da aramalar yapmanızı tavsiye ederim.
Roma imparatorluğunu Barbarlar çökertmişti. Batılılar, Müslümanları modern Barbarlar olarak görüyor ve onları mutlaka frenlemek istiyor. Bunun için her çare, her çözüm, har vasıta mübahtır. Makyavelizm. Batı dünyasında aşılara karşı direnen gruplar vardır. Bunların internet sitelerini okumanızı da tavsiye ediyorum. Aşı piyasası muazzam bir sektördür ve milyarlarca dolar dönmektedir. Bundan birkaç yıl önce kuş gribi salgını diye bir yaygara kopartılmış ve dışarıya büyük paralar ödenerek aşı satın alınmıştı. Sonra ne olmuştu? Salgın olmamış, aşılar bir işe yaramamış, aşı işini organize edenler büyük vurgun vurmuştu. Aşıların tehlikeleri ve yan tesirleri konusunda sağlam bilgilere sahip olmadan bebeklerinizi, küçük çocuklarınızı aşılatmamanızı tavsiye ediyorum. Siz de uzun vadeli bir soykırımın kurbanı olmak istemiyorsanız beyaz ekmek yemeyiniz. Türkiyenin nüfusunu azaltmak için savaş planları yapılmaktadır. Bunu da unutmayınız. Dinsizlere karışmam ama Müslümanların çok çocuk sahibi olmalarında büyük faideler vardır. Peygamberimiz (Salat ve selam olsun ona) çoğalınız buyurmuştur. Kafirler ise azalınız diyorlar. Biz elbette Peygambere uymalıyız. (Mehmet Şevket Eygi, 07.08.2012

Evlerimizdeki Truva Atı

Bu toplumun hayatında Tv ne yazık ki kendisinden faydalanılan bir araç olmaktan çok çok öte, kendisine tabi ve teslim olunan bir modern put durumundadır. İnsanların gün boyu en çok yöneldikleri, tüm duyu organlarıyla en çok karşısında sessiz sedasız teslimiyet gösterisinde bulundukları sahte bir rab ve ilah konumunda televizyon modern toplumların dünyasında. Gündelik hayatın kendisine göre şekillendirildiği, evlerin ona göre dizayn edildiği, insanların programlarını ona göre belirlediği, onunla ağlayıp onunla güldüğü bir modern zaman tanrısı. Evet, televizyon insanın kendisine gönüllü olarak esir olduğu bir sihirli kutu. İnsanlar zihinlerini, gönüllerini TV’ye teslim ediyor, fakat ellerine aldıkları kumandayla kendilerinin TV’ye hükmettiğini vehmediyor! Televizyon insanları seyircileştiriyor. Yüce Allah’ın yeryüzüne halifeler kıldığı, hakikate şahitlik misyonu biçtiği insanları olup bitenin seyircisi olmaya mahkum ediyor.

Travesti Kardeş mi?

Son dönemlerin en çok takip edilen ilahiyatçılarından Nihat Hatipoğlu, ATV’de canlı yayınlanan iftar ve sahur programlarını sunuyor. Sultanahmet Meydanı’nda gerçekleştirilen canlı yayına izleyiciler de sorularıyla katılıyor. Dün akşam yayınlanan iftar programına ise Karadenizli bir kadın izleyicinin sorusu damgasını vurdu. “Ben bu cinsiyetle ilgili bir şey sormak istiyorum. Şimdi bu erkekler dünyaya erkek olarak geliyorlar fakat bazıları sonra cinsiyet değiştiriyorlar. Bunları kadın hoca mı erkek hoca mı yıkamalı?” diye soran izleyicinin sorusu Hatipoğlu’nu şaşırttı. Soruya önce gülümseyip “Güzel soru” diye karşılık veren Hatipoğlu, ardından izleyicisinin sorusunu cevapladı.
“Zarif bir soru. Allah ya erkek dünyaya getirir ya kadın. Değişik sebeplerden dolayı kendini erkeken kadın hisseden olursa, buna sabır etmek lazım. O kardeşlerimizi ben küçük görmüyorum, hor görmüyorum, hakaret de etmiyorum. Temkinle, sabır ile bakmak lazım. Bunun bir imtihan olduğunu düşünsün o kardeşimiz. Yaptıkları doğru bir şey değil ama onları hor görmeyelim. Onlar da bizim kardeşimiz.” (Ağustos, 2012)
Dini programların şöhretli konuğu Nihat Hatipoglu hocamıza sormak istiyoruz: Peygamberimiz aynı mesajla bugün gelmiş olsayadı ve sokakta beraber sarmaş dolaş gezen erkekleri görseydi, “Onlara da hoşgörü gösterin onlar da bizim kardeşlerimiz” mi derdi acaba? Peki millet olarak en ufak konulara dahi hoşgörü gösteremiyecek duruma gelmişken, neden bu tür ahlak dışı durumlara hoşgörü gösteriyoruz ki?

Tanrı Kompleksi

Rakı şişede durmadığı gibi şiddette film stüdyolarında kalmıyor. Maalesef, istatistiksel olarak aile içi şiddet gibi bireysel şiddet olayları ve katliamlar gibi toplu şiddet olayları gittikçe artıyor. Şiddet olaylarındaki artışta film stüdyolarındaki şiddetin stüdyoda kalmadığını söyleyenler olduğu gibi sosyal değerlerin zayıflamasının ana sebep olduğunu savunanlar da var. Gerçek nereden baktığınıza göre farklı farklı yorumlanacak ama hepsinin ortak özelliği öfke cinayetleri olması ve bu kişilerin akıl hastası olma oranının çok düşük çıkmasıdır.
20 nci Yüzyılın ilk yarısında toplu cinayetler çok azdı ‘Dünya Savaşları’nı saymazsak. İlk örnek 1913 yılında Almanya’nın Degerloch kasabasından Ernst Wagner karısı ve dört çocuğunu öldürdükten sonra Mühlhausen kasabasına gidip dokuz kişiyi daha öldürüyor gerekçesi insanların kendisi ile dalga geçmesi. Son 10 yılda literatüre girmiş 26 toplu cinayet varken ondan önceki 10 yılda 11 toplu cinayet bildirildi. Son örnekleri Norveç’te yaz kampını kurşun yağmuruna tutan Anders Breivik’in 69 kişiyi öldürmesi ve ABD Colorado’nun Aurora şehrinde 12 sinema seyircisinin öldürülmesi olayları oldu.
Warner kardeşler yapımı, Tarantino’nun yazdığı, Oliver Stone’nin yönettiği “Katil Doğanlar” filmi gerçek olaylara en korkutucu etki eden film olarak suçlanıyordu. Son “Kara Şövalye” filmi ile yeni bir örnek daha eklendi. Bu olaydan sonra basına yansıyan bilgilere göre benzer filimlerin gösterim tarihleri ertelendi veya sinema basma sahneleri flimden çıkarıldı. İyi ve kötünün ayırt edimediği bir gelecek hayali kurduran, zevk için adam öldüren iki sevgiliyi anlatan filimden sonra kopya cinayetlerin işlenmesinin tesadüf olması imkansızdı. 2002′de “Matrix” filmi yeni bir şiddet türü yarattı. Matrixten kaçmaya çalıştığını söyleyen bazı şizofren olguların suç işlemeleri kopya cinayet olarak dikkati çekt

 

Katillerin zihin yapıları incelendiğinde aile içi şiddet işleyenlerin genellikle öfke kontrolsüzlüğü ile dürtüsel ve fevri olarak suç işledikleri anlaşılıyordu. Toplu cinayet işleyenler ise titiz planlamacıydılar ve sinema ve TV’den daha çok etkileniyorlardı. Ruh halleri incelendiğinde de özsaygılarının ağır darbe aldığına dair ciddi inanışlarının olduğu ortak özellik olarak dikkat çekiyordu.
» Dünyanın geri kalanı tarafından yeteri kadar anlaşılamadığını düşünmek,
» Kendilerinin özel, önemli, üstün olduklarına dair abartılı görüş sahibi olmak,
» Başarısızlık, işten çıkarılmak, karşı cins tarafından reddedilmek, boşanma, okul başarısızlığı gibi hayat olaylarını “Aşırı incinmiş gurur ve şeref” olayı olarak yorumlayarak narsisistik yaralanma yaşamak,
» Suçu işlemeden önce titiz planlama yapmak,
» Dünyanın kendisi gibi yeteneklerin değerini bilmediğine inanmak,
» Harekete geçmeden önce çoğu defa bir kişiyle bile olsa paylaşma ihtiyacı,
» Olaydan önce kendilerini gergin hisseden bu kişilerin katliamdan sonra kendilerini çok huzurlu hissetmeleri,
» Katliam esnasında denetimin kendilerinde olduğunu hissederek “Tanrı Kompleksi” duygularını tatmin etmeleri ve rahatlamaları,
» Çoğu defa olaydan sonra yaşanacak şeyleri düşünmemeleri,
» Çoğu defa intihar etmeleri veya kahraman gibi kolayca teslim olmaları ve yapmak istedikleri açıklamaya odaklanmaları.
Ortak psikolojik özelliklere sahip cinayetler insandaki Özdenetim mekanizmasını sağlıklı kullanıp kullanmama ile yakından ilgilidir. Hitler’de de Tanrı Kompleksi diyebileceğimiz Narsisistik kişilik yapılanması (Büyüklük Hastalığı) vardı. Herşeyi kontrol etmek isteyen insanlarda ya aşikar ya da gizli bir kibir vardır. Bu kişiler öfkelerini biriktirirler. Eğitimli değillerse ya duygularını bastırıp kendilerini tüketirler yahut ani tepkilerle şiddete başvururlar ya da eğitimliyseler titiz planlamalarla kötülük, suç, şiddet, katliam yaparlar.
Şiddet olaylarını azalmasını istiyorsak ilkokuldan itibaren “Kişisel Koçluk Eğitimi”ni hem kendimize hem de çocuklarımıza öğretmemiz gerekir. Polis görevlendirmeleri, sığınma evleri, korumalar verilmesi sadece sonuçlara yönelik uygulamalardır. Sebepleri düzeltmek için yeni nesillere psikososyal destek vermekten başka çaremiz yoktur. Kadınların kendisini reddetmesini tolere edemeyen Texaslı George Hennard arabasını bir restorana çekip 14 kadın 8 erkeği öldürmüştü. Kendisinin yeteneklerine değer verilmediğini düşündüğü mezun olduğu okulunun kimya laboratuvarına gidip 15 kişiyi öldüren 17 yaşındaki Tim Kretschmer benzer ruh hali ile hareket etti. İçlerdeki Tanrı Kompleksi’ni eğitmek herhalde bu çağın önemli bir ihtiyacı olacak.

(Prof. Dr. Nevzat Tarhan, Ağustos 2012

Bu Spor Bizi Bozar!

Bir spor ülkesi olmadığımız açık.
Karakterimiz müsait değil.
Sporda başarının kriterleri belli.
Çok çalışacaksın.
Yıllarca bıkıp usanmadan.
Bilimsellikten uzaklaşmayacaksın. Bilimle birlikte hareket edeceksin.
Ekip çalışması yapacaksın.
Öndeki bir sporcu için, arkada isimsiz onlarca kahraman ter dökecek ve kıskanmayacak.
Tüm bunları yaparken bir de üzerine yeteneğin olacak.
Yetenek konusunda sıkıntımız olduğunu zannetmiyorum.
Ama ya gerisi.
Biz her şeyi kolay yoldan başarmayı severiz.
Kolay yoldan zengin olmayı, kolay yoldan başarılı olmayı, kolay yoldan kazanmayı.
Bir kolayını buluruz hep.
Ama iş sportif başarıya gelince cortlarız.
Neden?
Çünkü onun kolay yolu yoktur.
Zordur. Meşakkatlidir. Torpilin var diye kimse seni 1. yapmaz.
Adamını bularak olimpiyat madalyası kazanamazsın, dünya şampiyonu olamazsın.
Kriter somuttur.
Saattir, saniyedir, salisedir. Metredir.
Yüzme hakemine, “Abi amcamın selamı var. Benim kulvar 5 metre daha kısa olsun”, yüksek atlama hakemine, “Abi benim santimler 5′er milimden oluşsun” diyemezsin.
Başbakan emredince iyi kötü duble yollar yapılır ama 100 metre Başbakan emretti diye 9 saniyede koşulamaz.
Arada bir iyi sporcu çıkarır mıyız?
Çıkarırız elbet.
Ama arkası gelmez.
Dedim ya, karakterimize uygun değil.
Çalışmak, çalışmak, çalışmak gerektirir.
Üstüne de bilimsellik.
Uymaz bize.
Kızsanız da uymaz, kızmasanız da!
Çemkirme Olimpiyatları
Olimpiyat takımımızdaki sporcularda bir hal var ama çözemiyorum.
Hepsi gergin, hepsi sinirli.
Nefret dolular ve her fırsatta bunu üzerimize püskürtüyorlar.
15 yaşında bir kız. Yüzücü.
Diğer sporcularımız gibi başarısız.
Röportaj yapıyorlar.
Nasıl çemkiriyor bir görseniz.
“Sıkıysa beni eleştirenler gelsin yüzsün” diyor.
İfadesini bir görseniz inanamazsınız.
Bacak kadar çocuk, ne zaman bu kadar nefret biriktirmiş anlamak mümkün değil.
Diğerleri ondan farklı mı?
Asla.
Birbirleriyle, medyayla kavgalılar.
Kimseyi bulamasalar boklarıyla kavga edecekler.
Bu nasıl sporculuk, bu nasıl olimpik ruh çözemedim.

(Fatih Altaylı, Ağustos 2012)

Olimpiyatı seyrediyorum. Atletimiz takozda kaldı, yarışamadan elendi, çok iyi durumdaydım, kesin ilk üçe girerdim diyor. Çekiççimiz, idmanda fırlattığından anca 10 metre aşağısına fırlatabildi, halbuki müthiş hazırlanmıştım diyor. Yüzmede bırak finali, yarı finalimiz yok, Yüzme Federasyonu Başkanımız, çok başarılı olduğumuzu, en başarılı olimpiyatlarımızdan birini yaşadığımızı söyledi, ki, aslında haklı, en azından hiçbir yüzücümüz boğulmadı, sağ salim dönüyorlar. Beş bin metrecimiz sonuncu oldu, çok iyi çalışmıştım, madalyayı hak etmiştim, galiba yemekten zehirlendim dedi. Bi başka koşucumuz onuncu oldu, Türkçe bilmiyor, Kenyalıymış, ne dediğini anlamadım ama, elendiğine göre çok iyi hazırlanmıştım dediğini tahmin ediyorum. Yelkencilerimiz rüzgârsızlıktan şikâyet ediyor, sanırsın, öbürleri yelkenleri vantilatörle şişirdi. Okçularımız ise, neredeyse hedef yerine hakemi vuracaklardı, karşı yönden esen rüzgârdan yakınıyorlar. Voleybolcularımıza göre, maçlar çok geç saatte oynandı, ondan. Gerçi, sabah oynadıkları maçı da kaybettiler ama, öğlen oynansaydı banko altın madalyaydı yani. Londra’nın serin ve yağışlı havasından etkilenen güreşçimiz bile var. Bilseydik romatizmalı güreşçi göndereceğimizi, bunu pas geçer, Rio’daki olimpiyata gönderirdik. Haltercilerimiz desen, halter kaldırmayı boşver, pazar torbası taşıyamayacak vaziyette, kiminin beli ağrıyor, kiminin dirseği uf oldu, kimi enfeksiyon kaptı, talihsizlik işte, yoksa çok iyi hazırlanmışlardı. (Yılmaz Özdil)

Nasıl Madalya Kazanılır?
Sayın Başbakan’ımız Recep Tayyip Erdoğan, Sayın Spor Bakanı’mız Suat Kılıç tüm Türkiye ile birlikte olimpiyat sonuçlarını izliyorsa herhalde kahroluyordur. Olimpiyatlarda zorlukla birkaç madalya kazanıyor olmamızı analiz etmemiz gerekiyor. Öncelikle sporda başarı önemli ölçüde, ülkelerin nüfusunun bir işlevidir.
75 milyonluk bir ülkede hemen her spor dalında dünya çapında başarı gösterecek çok sayıda sporcu çıkaracak gen haritasına sahip genç vardır. Ne var ki, bu gençler ortaya çıkmıyor; ortaya çıkanların da birçoğu dünya çapında başarı gösterecek bir yola giremiyor. Her olimpiyat döneminde İstanbul, olimpiyat organizasyonuna aday oluyor; Allah’tan kazanamıyor. Niye derseniz, Türkiye’de kimse futbol, biraz da basketbol dışında bir sporu seyretmeye gitmiyor. Olimpiyatların düzenlendiği her ülkeye dünyadan büyük bir turist akımı olsa da, temel izleyici grubu o ülkenin vatandaşlarıdır. Bizimse olimpiyat sporlarının neredeyse hiçbirine toplumsal olarak ilgimiz yok. Bu söylediklerimle çelişkili görünse de, hiçbir aklı başında anne-baba çocuğunun Türkiye’de abartılı bir şekilde sporla uğraşmasına müsaade etmez. Çocuk jimnastikte, atletizmde şampiyon olacak da ne olacak? Bugünkü koşullarda bunlar para getirmediği gibi, bu işlere zaman harcayanların okul hayatları biter. Okuldaki hocalar, üniversite dahil olmak üzere kimseye spor yarışmasına hazırlanıyor ya da müsabakaya gidiyor diye tekrar sınav yapmıyor. Bir gün önce büyük bir yarışmaya katılmış bir çocuk, ertesi gün lisede ya da üniversitede önemli bir sınava giriyor.
Türkiye’nin spor sahasında başarılı olmasının yolu, hem özel üniversitelerin, hem devlet okullarının başarılı sporculara kontenjan sağlamasından geçmektedir. Her üniversite her bölümde en az bir başarılı sporcu kontenjanı verirse, anne-babalar da çocuklarının profesyonel bir şekilde, günde beş-altı saat antrenman yapmasına izin verir. Elbette bu işin bir bacağı da, ilk ve orta öğretim yönetimlerinin kurallı ve sistemli bir şekilde sporcu çocukların okul yaşamlarını kolaylaştırmasıyla mümkündür. Okul yaşamını kolaylaştırmak demek, çocuğun sınav takvimini okula göre değil, çocuğun yarışma ve antrenman takvimine uydurmasıyla olur. Spor oyunlarına seyirci bulmak için, sporla ilgilenen daha çok aile geliştirmek gerekir. Çocuğunu aklında üniversite sınavı endişesiyle spor çalışmasına gönderen ailelerin birinci önceliği akademik başarıdır. Dolayısıyla bu çocukların aileleri, akrabaları, komşuları da çocuk vasatın biraz üstünde başarı gösterirken onların oyunlarına ilgi göstermez. Bu ailelerin ilgi göstermesi için medyaya çok iş düşer. Kurtlar Vadisi ile mafyaya veya silahlı çatışmaya özendireceklerine, Beyaz Gölge gibi spor dizileri yapsalar ve aynı zamanda daha çok müsabaka gösterseler gençler ve aileler sporla ilgilenir. Süper Baba’yı hatırlayanlar bir anda on binlerce çocuğun aikido kursuna katıldığını hatırlayacaktır.
Üniversitelerin de Türkiye’de dünyada olduğu gibi, spora ciddi bir önem vermesi gerekir. Türkiye’de kaç okulun ciddi spor kompleksleri vardır ve öğrencilerin yüzde kaçı üniversite spor etkinliklerinden haberdardır? Amerika’da hemen her okulun birçok spor dalında takımları ve sporcuları vardır ve bu sporcuların ve takımların yarışmalarda başarılı olması üniversite için büyük bir prestijdir. Sayısız okulun sporcu kontenjanı yanı sıra sporcu bursu da vardır. Amerikan sineması, üniversite takımlarının yarışmalarına ilişkin sayısız örnek vermiştir. İstanbul’un Londra, New York, Boston gibi şehirlerden nasıl bir farkı var derseniz, son saydığım 3 şehirde her gün bisiklete binen, her gün koşan insanlar görürsünüz. Boston Maratonu ve Londra Maratonu için dünyanın dört bir tarafından insanlar gelir ve bu şehirlerden çok sayıda sıradan insan tüm yılı bu yarışmalar için hazırlanarak geçirir. Bizde Avrasya maratonu, halk tarafından koşulmaz, halk yürüyüşüdür.
Amerika’da, Avrupa’da, Japonya’da insanların ortalama yaşam süresinin 80′i bulmasının sebebi, sadece teşhis ve tedavi teknolojilerinin varlığı değil, bu ülkelerdeki insanların çok daha fazla spor yapmasıdır. Ekonomik başarı ne kadar önemliyse, bir toplum için sporda başarı da önemlidir. Kazanılan parayı yemek için sağlık, moral ve motivasyon gerekir. Bunlar da spor olmadan olmaz.

(Melih Arat, Ağustos 2012)

Huzur Sokağı Nerede?

1960’ların sonu, 70’lerin başında ‘İslamcı – mukaddesatçı – maneviyatçı’ mahallede bir ‘Huzur Sokağı’ fırtınası esti.
O dünyaya kulakları sağır olanların pek fark etmediği bir fırtınaydı bu.
Dilden dile dolaşarak dindar evlere girdi.
Başucu kitabı oldu.
Sattı.
Çok sattı.Birkaç nesli etkiledi

Bu ‘erken dönem’ hidayet romanı, o denli etkili oldu ki.
Romanın kahramanlarının isimleri, çocuklara verildi:
Bilal’ler, Feyza’lar, Hilal’ler.
Hep o romandan çıktı.
Yazarı Şule Yüksel Şenler şöhret oldu.
Şule Hanım o denli şöhret oldu ki.
Onun gibi baş bağlayanlar çıktı.
Onun gibi baş bağlayanlara Şulebaş diye hakaret edenler de çıktı


 

Şule Yüksel Şenler, Tayyip Erdoğan ve Emine Erdoğan gibi
birçok tanınan ismin evlenmelerine vesile olmuştu.
Ne vardı romanda?
Şunlar vardı:
- Eski, yoksul bir İstanbul sokağı.
- O sokağın dinine bağlı, iyilik dolu insanları.
- Dindar ve yoksul sokağın gözbebeği üniversiteli Bilal.
- Sokağın dışarıdan gelen bir etkiye maruz kalması.
- Zenginlik sembolü bir apartmanın sokağın ortasına dikilmesi.
- O apartmandaki dejenere hayatın sokağı ufaktan tahribi.
- Apartmandaki güzel ve zengin kız Feyza’nın Bilal’e çengel atması.
- Küskünlükler, öfkeler, teslim olmamalar.
- Temiz bir aşk.
- Hidayete eriş.
- Başların örtülmesi.

Naif bir öyküdür ‘Huzur Sokağı’nda anlatılan.
Çoğunluğun dejenere edici zalim baskısı karşısında direncini korumaya çalışan yoksul bir İstanbul sokağının öyküsü anlatılır öncelikle.
- Yoksul ama dindar.
- Yoksul ama mutlu.
- Yoksul ama dayanışmacı.
Sadece sokağın öyküsü yoktur romanda.
Yoz hayatlar yaşayan zengin Batılılaşmış tiplerin aşağılamalarına, alaylarına, acımasızlıklarına karşı, “Ben inancımı yaşamak istiyorum” diyenlerin vakur direnişi de vardır.
Aşka da yer verilmiştir.
Hidayeti doğuran aşka.
Ya da.
Aşkı da doğuran hidayete.

Bütün hidayet romanlarında olduğu gibi ‘Huzur Sokağı’nda da taraflılık vardır:
- Tek katmanlıdır mesela.
- ‘Dindar iyiler, din düşmanı kötüler’ kategorisine yaslanır.
- Maksadı insanlık hallerini ortaya dökmek değildir, okuyanları hidayete erdirmektir.
Bütün bu sorunlara rağmen fena halde saf, temiz, alçakgönüllü, iyi niyetli bir romandır. Bunca zaman sonra hâlâ unutulamamasında romanın gücünden ziyade bunların payı vardır.

‘Huzur Sokağı’nın filmini çekmişti Yücel Çakmaklı.
Adına ‘Birleşen Yollar’ demişti.
Türkan Şoray ve Ekrem Bora vardı başrolde.
Romandaki bildiri filme tam olarak yansımamıştı ama yine de idare ederdi.
O dönem Türkan Şoray’ın oynadığı rolden etkilendiği, gözyaşlarına boğulduğu, yaşadığı hayatı bıraktığı yolunda iddialar menkıbeler, dolaşıyordu küçük, yoksul ve dindar evlerde

TV kolları sıvamış.
Bilal bulunmuş, Feyza bulunmuş, Hilal bulunmuş.
‘Huzur Sokağı’ dizi oluyormuş.
Keşke yapmasalar.
Keşke vazgeçseler.
Çünkü.
‘Huzur Sokağı’ bugün için ancak ‘eskide kalan güzel günler’ öyküsünden başka bir şey değil.
‘Huzur Sokağı’ diye bir şey yok.
Roller değişti.
Duygular da.
Sınıflar da.
O yoksul dindar sokak yok artık.
O sokağın sakinleri zengin olan oldu, zengin olamayanlar da en azından orta sınıf oldu.
Apartmanları dejenere Batıcı tipler dikmiyor, muhafazakar müteahhitler dikiyor.
Bilal’in altında cip var.
Liberal tezlere bel bağlayan Bilal, muzaffer bir tebessümle gidiyor memleketin en mühim üniversitesine.
Romanda ‘ezici, baskıcı, Batıcı’ diye kötülenen adam, ‘gittikçe yoksullaşmış tekaüt bir CHP’li’den başkası değil. Eski gücünden eser bile yok yani.
Yani demem o ki:
Köprünün altından çok sular aktı.
Eğer ‘Huzur Sokağı’nı dizi yapanlar.
Olaya ‘bir zamanlar böyleydiler’ perspektifiyle yaklaşacaklarsa sorun yok.
Ama hâlâ geçerliliğini koruyan bir öyküye yaklaşır gibi yaklaşacaklarsa.
İşte orada sorunlar başlar.
Çünkü artık ‘Huzur Sokağı’ndan, bugüne dair bir dizi çıkmaz.
Çıksa çıksa belgesel çıkar, ‘tarihi film’ çıkar.

(Ahmet Hakan, Ağustos 2012

Gülen Hareketi Eğitim ve Ticari Hareketdir

Akademisyen ve Zaman gazetesi yazarı Şahin Alpay, 10 yıldır Bahçeşehir Üniversitesi’nde Türkiye siyaseti, din ve siyaset ilişkisi başlıklı dersler veriyor. 1990’ların başından beri Gülen hareketini çok yakından izleyen sayılı siyasetbilimcilerinden. Bu konudaki bilgisi ve yetkinliği ABD ve ıngiltere’deki belli başlı üniversiteler tarafından da biliniyor. O nedenle sık sık Gülen hareketinin iç ve dış siyasete etkisi hakkında konferans vermesi için davet alıyor. Cemaat-AKP çatışması mı var, iç savaş mı ilan edildi tartışmalarıyla toz duman olan gündemde, cemaat nedir, ne değildir, nasıl böyle büyümüştür, inisiyatif kimdedir sorularını en iyi onun cevaplayacağını düşündüm.
Zaman Yazarı Şahin Alpay
Bir yıl kadar önce Oxford’da cemaatten söz eden bir konuşma yapmışsınız. Ne anlattınız?
Gülen hareketinin hem dış hem de iç politikadaki etkisini anlatmaya çalıştım. Hiç şüphesiz ilgi çekti anlattıklarım. Gülen hareketine her yerde büyük bir merak var. Niçin? Okulları yüzünden. Bir de tabii Gülen’in temsil ettiği modernist, farklılığa saygıyı telkin eden, piyasa ekonomisinin önemini vurgulayan, AB üyeliğini destekleyen, dinle bilim arasında bir çelişki olmadığını anlatan bir ıslam yorumu dünyada da ilgi çekiyor.
İnanç temelli sivil toplum örgütünün sınırları nedir?
Türkiye’de üç tür ıslam var: Birincisi resmi ıslam. Yani devletin kontrolünde olan. ıkincisi siyasal ıslam. Üçüncüsü de halk ıslam’ı. Tarikatlara dayanan geleneğimizden çıkmıştır. 20. yüzyıla geldiğimizde bu anlayışın içinde birtakım cemaat gelenekleri de oluştu. şeyh- mürit ilişkileri biterken, Kuran’a kendi başına yeni yorumlar getiren dini liderler çıktı. Bunlardan en önemlisi Said-i Nursi. 20. yüzyılın ikinci yarısında da Said-i Nursi’nin modernist ıslam anlayışına yeni bir yorum getiren Gülen’i görüyoruz. Artık bu harekete cemaat değil, dinsel akım demeliyiz. Kendilerinin de tarif ettiği gibi hizmet hareketine dönüştü.
Hizmet hareketi size göre nedir?
Müslümanların görevi toplumun sosyal ve manevi ihtiyaçlarına cevap vermektir. Gülen’in adamlarına çok önemli bir telkini var: Para kazanın! Kazandığınız paralarla da memleketin kalkınması için okullar, hastaneler, yardımlaşma dernekleri kurun diyor. Türkiye’yle sınırlı olmayan bir harekete dönüşüyor. Türkiye toplumu 1980’lerden itibaren dışa açılan bir ekonomik yeni düzeni kabul ediyor. Bu ekonomik dışa açılma Türk işadamlarının, özellikle AK Parti iktidarından sonra dünyanın dört tarafında ticari faaliyetlerini yaygınlaştırmasına sebep oluyor. Bunun teşvikçilerinden bir tanesinin Gülen hareketi olduğunu düşünüyorum. Bu hareket eğitim ve ticaret hareketidir.
Nasıl bir ticaret hareketi?
Gülen başından beri piyasa ekonomisini savundu. 120 ülkeye yayılmış okullarının bazılarını ziyaret ettim. Bu okullar başlangıçta gidip yerel yönetimlerle anlaşıyorlar. Yerel yönetimler bina tahsis ediyor. Türkiye’den götürdükleri bilgisayar ve laboratuvarlarla donatıyorlar okulları. Yerel yönetimler yerli dersleri veriyor, Gülen hareketinden olanlar da fen, ıngilizce ve seçmeli olan Türkçe derslerini veriyor. Okulların faaliyete geçmesinden bir süre sonra Türkiye’den gelen işadamları ticari faaliyetlere başlıyor. Çünkü bu okullar aynı zamanda bir ticari köprü kuruyor. Aracı olabilecek elemanlar yetiştirmeye başlıyor. Bir müddet sonra o okulların etrafında Türk işadamları grubu oluşuyor.
O işadamları da Gülen cemaatinden değil mi?
Tabii ki. ılk etapta okullar o işadamları sponsorluğunda faaliyet gösteriyor, sonra ise ücretli sisteme geçiliyor ve kendi kendisini finanse ediyor.
Bu model her ülkede işliyor mu?
Bazı nüanslarla evet. Ama yerel şartlara göre bazen uygulamalar değişebiliyor. Hastanelerin sayısı daha az ve başlangıcından itibaren ücretli olduğu için böyle bir modele ihtiyaç yok. Biliyorsunuz, Gülen hareketinin önemli vasıflarından biri, mensuplarından kendi gelirleriyle orantılı olarak, yapılacak bu hizmetler için para talep ediyor. Cemaatte, ‘hizmet için verme’ geleneği var.
Cemaatin içinde ne tür farklı fikir kolları var ya da var mı?
Elbette. Bu hareketin en önemli özelliği ademi merkeziyetçi olması. Hatta bana söylemişlerdi; “Bizim bu kadar yaygınlaşmamızın iki sebebi var: Biri, hem Müslüman hem modern olmak isteyenlerin ihtiyaçlarına cevap vermemiz. Diğeri, herhangi bir merkezî, hiyerarşik yönetime tabi olmamamız. ınisiyatif kullanıyoruz.”
Fehullah Gülen birebir bu işlerle hiç mi ilgilenmiyor?
Gnel tavsiyelerde bulunuyor.
İnisiyatif dediniz de ‘Gülen’in çevresinde kraldan çok kralcılar var ve talep etmediği şeyleri yapıyorlar’ argümanı buradan mı çıkıyor?
Bu kadar geniş bir toplulukta farklı fikirler olduğunu söylemiştim. İşlerin nasıl yapılacağıyla, Türkiye’deki politik ve ekonomik olaylarla ilgili farklı görüşleri vardır. Mesela savcı Sarıkaya’nın MİT yöneticileri hakkında şüpheli sıfatıyla soruşturma başlatmasını tasvip eden de var, etmeyenler de. Arka çıkanlar var, çıkmayanlar var.
Arka çıkıp çıkmamak siyasi hamle değil mi?
İyi de, bu hareketin çıkardığı gazeteler, o gazetelerde yazan yazarlar var. Gülen hareketi siyasi hedefi olan bir hareket değil ama bunun dolaylı olarak hem iç hem de dış politikaya etkileri vardır.
Mehmet şevket Eygi ‘Türkiye’de Opus Dei’ye benzer bir yapı oluşmakta. Temel kurumlarda kadrolaşıp ele geçirmekteler’ diye yazmıştı.
Tabii büyük ihtimalle cemaati kastediyor. Ben bunun paranoya olduğunu söylemiyorum. Hiç şüphesiz cemaatin bursuyla okuyan, onun okullarından mezun, yargıda, poliste, kamu kurumlarında yer etmiş olabilirler. Ama siyasi örgütlenmeyle, talimatlarla hareket ettikleri iddiasına ihtimal vermiyorum. Opus Dei gibi bir örgütlülük görmüyorum. Geleneksel olarak askeri istihbarat, MıT ve emniyet istihbaratın kavga ettiğini bilmiyor muyuz?

(Ezgi Başaran, Şubat 2012
 

 

Bir Efsane ve Sonu Sıfırlı Hayat

Hayat felsefesini tamamen filozofların yorumlarına göre şekillendiren ve onlardan aldığı tesirle hayatın sonunu “sıfır” olarak gören bir kişinin bu sözleri herşeyi açıkça anlatmıyor mu? Ahirete inanan bir insan, hayatın sonunu sıfır ve hiçlik olarak görür; “Madem sonu sıfırla bitecek, öyleyse bu hayatı olabildiğince şen ve şatır yaşayalım” diye düşünür; şehit olma iştiyakıyla ölüme koşan gencecik askerlerin bu psikolojisini bir an önce hurilerle buluşma arzusuyla açıklayıp alay eder ve ölümden sonraki Cennet hayatı için “hayalî rahat” ifadesini kullanır mı? Yine M. Kemal’in, “Biz ilhamımızı gökten indiği sanılan kitaplardan değil, hayatın gerçeklerinden alıyoruz” sözü, bu portreyi tamamlıyor. Mukaddes kitabımız Kur’ân-ı Kerim başta olmak üzere semavî kitaplar hakkındaki düşüncesini “gökten indiği sanılan” ifadesiyle açığa vuran bir kişinin, ölüm sonrasına ilişkin kanaatinin de böyle olmasında şaşılacak birşey var mı? Bu konulardaki gerçek düşüncelerini milletin önünde açıkça dile getirmekten kaçınması, hattâ birçok beyanında tam tersi yönde fikirler ifade etmesi normal. Çünkü o bir siyaset adamı. Yönlendirmek ve yeniden şekillendirmek istediği toplumla kendisini karşı karşıya getirecek çıkışlar yapmak, akılcı bir siyasetle bağdaşmaz. Ama icraatlarının, gizli tutmaya çalıştığı gerçek fikirleri istikametinde olduğu da bir vâkıa. (Kâzım Güleçyüz, Aralık 2011
Aslı olmadığı halde çok yaygın şekilde konuşulduğundan gerçek olduğu zannedilen rivayetler için şehir efsanesi tabiri kullanılır. Bunlardan biri Çanakkale için söz konusu. M. Kemal’in, Çanakkale’de “Taarruzu değil, ölmeyi emrediyorum” dediği askerlerin şehit olmaya koşarken çizdikleri tabloları tasvir ederken kullandığı ifadelerin gerçek anlamını öğrenmek açısından bu konu çok önemli. Bilindiği gibi, o meşhur ifadeler Çanakkale zaferinin yıldönümü haftalarına tekabül eden Cuma hutbelerinde dahi sık sık tekrarlanıyor. Böylece gencecik askerlerimizin şehitliğe nasıl bir şevkle koştukları, komutanlarının ifadesiyle anlatılmış; şehitlerin o halet-i ruhiyesinden M. Kemal’e de, onu dindar gösterme projesine uygun bir profil çıkarılmış oluyor. Buna karşılık, M. Kemal’in, aynı gözlemlerini, Avrupa günlerinden gönül ilişkisi içinde olduğu Madam Corinne’e cepheden yazdığı mektuplarda çok farklı bir anlayış ve üslûpla yansıttığını görüyoruz. İşte 6.5.1916 tarihli bir mektuptan satırlar:
Askerlerim pek cesur ve düşmandan daha mukavemetlidirler. Bundan başka, hususî inançları, çok defa ölüme sevk eden emirlerimi yerine getirmelerini çok kolaylaştırıyor. Filhakika, onlara göre iki semavî netice mümkün. Ya gazi veya şehit olmak. Bu sonuncusu nedir, bilir misiniz? Dosdoğru Cennete gitmek. Orada Allah’ın en güzel kadınları, hurileri onları karşılayacak ve ebediyen onların arzularına tâbi olacaklar.
Askerlerinin şehitlik arzusunu bir an önce hurilere kavuşma arzusu ile açıklayan M. Kemal, kendi tercihini ise şöyle ifade ediyor:
Ölümden sonraki hayalî rahata kavuşmak için Allah’ımızın Cennetine gitmeye kolay kolay razı olacak değilim. (Sabah, 26.3.02)
O dehşetli savaş ortamında askerlerini emirle ölüme gönderirken kendi düşünce ve tercihini sırdaşı bir hanıma, inançlarla istihza yüklü ifadelerle böyle açığa vuran bu satırlar, aslında gerçekteki M. Kemal portresiyle de örtüşüyor. Ve o portre, M. Kemal’in, ölümünden bir yıl önce Romanya Dışişleri Bakanı ile sohbet ederken söylediği şu sözlerde kendisini gösteriyor:
Kitaplar karıştırdım. Hayat hakkında filozofların ne dediklerini anlamak istedim. Bir kısmı herşeyi kara görüyordu. ‘Madem ki hiçiz ve sıfıra varacağız, dünyadaki muvakkat ömür esnasında neşe ve saadete yer bulunamaz’ diyorlardı. Başka kitaplar okudum. Bunları daha akıllı adamlar yazmışlardı. Diyorlardı ki: ‘Madem ki sonu nasıl olsa sıfırdır, bari yaşadığımız müddetçe şen ve şatır olalım.’ Ben kendi karakterim itibarıyla ikinci hayat telâkkisini tercih ediyorum.” (Afet İnan, M.B ve Atatürk’ün El Yazıları)

Beygir ve Yaralı Er

  • Libyalı yaralı muhalifler, özel uçakla Türkiye’ye getirildi. Özel ambulanslarla özel uçaktan indirilen Libyalılar, özel doktorlar ve özel eskortlar eşliğinde, özel hastanelere götürüldü.
  • Tunuslu yaralı muhalifler, özel uçakla Türkiye’ye getirildi. Özel hastanelere götürülmek üzere, İstanbul Sağlık Müdürlüğü tarafından özel olarak karşılandı. Ancak, çok ayıp edildi. Çünkü, aprona, 9 yaralı için sadece 8 özel ambulans getirilmişti. 2 yaralı sıkış tepiş gitti.
  • Yemenli yaralı muhalifler, Başbakanlık, Dışişleri Bakanlığı, Sağlık Bakanlığı ve Milli İstihbarat Teşkilatı koordinasyonunda, özel uçakla Türkiye’ye getirildi. Tunus rezaletinden ders alınmıştı. Bu sefer, 10 yaralı için 11 özel ambulans getirildi.
  • Mısır’da bulunan Filistinli yaralılar, Mısır’a gönderilen özel uçakla Türkiye’ye getirildi. Filistinli yaralılar özel ambulanslara alınırken, refakatçilerine özel araçlar tahsis edildi.
  • Başbakan Yardımcımız Ali Babacan, Libyalı muhaliflere verdikleri 100 milyon doların 1.100 kilo geldiğini, maazallah özel uçak taşıyamaz, düşer müşer diye, 90 milyon dolarını elden, bavulla verdiklerini, 10 milyon dolarını özel uçakla gönderdiklerini açıkladı.
  • İsrailli onbaşı Şalid’e karşılık salıverilen 12 Hamas militanı, hükümetimizin Mısır’a gönderdiği özel uçakla Türkiye’ye getirildi, özel otellere yerleştirildi.
  • Iraklı Şii lider El-Sadr, özel uçakla İran’dan Türkiye’ye getirildi, özel eve yerleştirildi.
  • Somalili yaralılar, özel uçakla Türkiye’ye getirildi. Özel ambulanslarla, özel doktorlar ve özel hemşireler eşliğinde, özel eskortlarla, özel hastanelere götürülen Somalilileri, uçağın merdivenlerinde, Başbakan Yardımcımız, Sağlık Bakanımız, Dışişleri yetkililerimiz karşıladı.
  • Eski Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt’ın zırhlı makam Audi’si, özel uçakla Türkiye’ye getirildi.
  • Cumhurbaşkanımıza Kazakistan tarafından hediye edilen beygir, özel uçakla Türkiye’ye getirildi. Özel uçağa, özel kafesiyle yüklenen beygir, özel veteriner ve özel seyisi eşliğinde seyahat etti, özel eskortla Veliefendi Hipodromu’na götürüldü. Ancak, özel uçakla onca yoldan gelen beygire büyük saygısızlık edildi. Çünkü, İstanbul’daki hipodromda değil, Cumhurbaşkanımızın arada bir okşaması için, Ankara’da bulunması gerekiyordu. Haaadi bakalım, özel kafesiyle, özel veterineri ve özel seyisiyle, özel beygir taşıma aracına yüklendi, özel eskortla, Atlı Spor Kulübü’ne götürüldü. Sarsıldı yani, yoruldu, business class beygir.

E hal böyleyken. Dün okudum. Beygiri viaypi getiren arkadaşlar, Hakkâri’de 8 şehit, 16 gazi verdiğimiz baskında, beline şarapnel yiyen İnegöllü Asker Jandarma Komando Onbaşı Erhan Yakut’u otobüsle göndermişler evine. Ankara-Bursa yolundaki benzin istasyonunda inmiş otobüsten, topallayarak, sabahın erken vaktinde, beşte. Ayağında terlikle. Canlarını verdiler, karakolu vermediler, bunlar bırak uçak biletini, ayakkabı bile vermemişler çocuğa. Zaten, otobüs parasını da babası göndermiş, komşudan borç alarak. Şehitleri kamyonet kasasında gönderdiklerini görmüştük, bunu ilk kez görüyoruz. Ve, aslında şükrediyoruz. İstanbullu olsaydı, Ak’bil bul, metrobüse bin git de diyebilirlerdi. (Yılmaz Özdil, Ağustos 2012)


Elleri ve sırtında yara izleri bulunan yaralı asker Yakut çatışmanın ardından hayatın yeniden başladığını belirterek, “Şu an anlatabilecek bir şeyim yok. Hiçbir şey anlatacak durumda değilim. Savaştık geldik. Kafamda her şey silindi” dedi. Oğlunun bu sözlerinin ardından yetkililere seslenen baba, “Ben oğlumu askerlerin getirmesini bekliyordum. Arkadaşlarımdan bulduğum borç parayı oğluma gönderdim. Oğlumu Van’dan uçakla Ankara Etimesgut’a getirmişler. Oradan da otobüsle yollamışlar. Ben çocuğumu evin önünde karşılayacaktım” dedi


Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’e Kazakistan gezisinde hediye edilen 1 milyon dolar değerinde ki tay, özel bir uçak ve kargo ile Türkiye’ye getirilmişti. (2009)

Şehitlerimizi Bile Elin Gemisi Buldu

Geçen yılın son ayıydı. Bazılarının “Cihanşümul, süper güç Türkiye” naraları attığı günlerdi. Şöyle bir yazı yazdım: Türkiye’nin dünya gücü olduğunu söylüyor bazıları. Türlü örnekle. Emin olun, aşağılık kompleksine sahip falan değilim ama bunu söyleyenlere gülüyorum sürekli olarak. Aklıma ‘öküze benzemek isteyen kurbağanın‘ hikâyesi geliyor, belki ondandır.

TÜRKİYE’YE GÜVENİR MİSİN?

Ben dünya gücü olmayı lafta aramam. Çünkü lafta bulamazsınız. Yapılana bakmak lazım. Geçen gün birisi geldi yanıma bu teraneyle. ‘Şöyle olduk, böyle olduk’ diye anlatıyordu. Basit bir soru sordum. Çok basit: ‘Ulan anlatıp duruyorsun. Sana küçük bir soru sorayım. Diyelim ki, Diinya’ya yaklaşan bir göktaşı var. Dünya’ya çarpacak ve sonunu getirecek. Bu göktaşını Dünya’ya çarptırmamak için yapılması gerekenler konusunda Türkiye’ye mi güvenirsin? Türkiye, dünyaya dönüp ‘Merak etmeyin biz halledebiliriz’ derse inanır mısın? Hadi sen inanırsın. Dünya inanır mı?

SİZDE RÜYA GÖRENLERDENSİNİZ

Türkiye’nin biraz daha hızlı geliştiğini, Türkiye’de işlerin eskisine göre daha iyi gittiğini söylemek başka bir şey, Türkiye’nin süper güç haline gelmekte olduğunu, hatta geldiğini söylemek başka bir şey. Bakın siz de böyle rüyalar görenlerdenseniz Allah aşkına açın Discovery Channel’ı seyredin ya da National Geographic’i. Adamlar ‘Jüpiter’in uydusunda nasıl sondaj yaparız’ diye proje üretiyorlar en basitinden. Evrenin dibini görmeye çalışıyorlar, uzaya yolladıkları teleskoplarla. Evrenin derken aslında zamanın. Mars’a yolculuk hesapları yapıyorlar. Uzayı dinliyorlar binlerce radyoteleskopla, oralarda yaşam var mı diye.

DÜNYA GÜCÜ OLDUK DİYENLERE GÜLÜYORUM

Bunlar çok mu yukarıda. Peki yere inelim o zaman. Tanrı parçacığı arıyorlar mesela. Kutuplardaki buzların erimesini inceliyorlar. Ozonu gözlüyorlar sürekli. Bütün hayvanları inceliyorlar mesela, belki insanlığa faydalı bir şey buluruz diye. Genleri çözüyorlar. Asabınız bozuldu mu yeterince, yoksa daha sayayım mı? Biz neredeyiz peki? İcadının üzerinden 150 yıl geçtikten sonra ‘Yerli otomobil yapabilir miyiz’ diye hesap yapmaya başladık misal. Deprem ülkesiyiz ama denizlerimizi inceleyecek sismik araç gereci yapmayı bıraktım, yapandan satın almaktan aciziz. Kızdığımız Fransızların gemisi çıkarıyor fay haritamızı. Bu yüzden gülüyorum ‘Dünya gücü olduk’ diyenlere.

ŞEHİTLERİMİZİ ELİN GEMİSİ BULDU

Kış geldi, havalar iyice soğudu. Bu arkadaşlara daha kaim bir yorgan tavsiye ediyorum. İyice örtünmeleri için.” Şimdi diyeceksiniz ki, “Bunu zaten okumuştuk, niye tekrarladın?”. Kötü bir niyetim yok vallahi. Bizim bir hafta boyunca su üzerinden bakarak aradığımız uçağımızı ve ne yazık ki içindeki şehitlerimizi, elin gemisi gelip 24 saat geçmeden buldu da. Oradan aklıma geldi. 75 milyonluk süper gücün, kendi şehidini bulacak bir gemisi, o derinliğe göz atacak bir batiskafı bile olmaması sizce de biraz acayip değil mi! (Fatih Altaylı, Temmuz 2012

Suriye‘nin RF-4 tipi askeri uçağımızı uluslararası hava sahasında vurmasının ardından pilotlara ulaşılamamıştı. 12 gün süren arama çalışmalarının ardından şehit pilotların naaşı dün denizin dibinde bulundu. Cesetleri Nautilus adlı gemiye çıkarılan pilotlardan Yüzbaşı Gökhan Ertan ve Teğmen Hasan Hüseyin Aksoy için 6 Temmuz Cuma günü Malatya’da tören düzenleneceğini bildirildi. (04 Temmuz 2012)


Kurbağa & Öküz: Bir varmış, bir yokmuş evvel zaman içinde kalbur saman içinde öküz olmak isteyen bir kurbağa varmış. Kurbağa bir öküz görmüş çayırda, o kadar hoşlanmış ki, bayılmış boyuna posuna. Kendisine baksanız, boyu yumurta kadar ama kurbağa bu anlamaz ki, ille de öküze benzeyecek. Öküze bakmış kabarmış, kabardıkça şişmiş. Ikınmış, sıkınmış, gerilmiş. Bir görseniz gerginlikten nefes alamayacak hale gelmiş. Kardeşlerine sormuş: Nasıl öküz kadar oldum mu? Şöyle bir sağdan bakınmışlar, bir de soldan: Nerde? demişler. Kurbağa daha bir hırslanmış. Al öyleyse demiş. Şimdi nasılım. Bunu söylemiş ya, iyice şişmiş. Kardeşleri gülmüş: Vazgeç bu sevdadan demiş. Bizimki iyice hiddetlenmiş. Sen dur hele bakalım demiş. Şişmiş, bir daha, biraz daha. Biraz daha şişmiş. Derken çat diye çatlamış
 

ABD’nin Kapkaranlık Tarihi

Allah’ın seçkin topluluğuyuz dediler milyonlarca Amerikalı yerliyi katlettiler. Allah’ın yeryüzündeki temsilcileriyiz dediler Amerika kıtasını talan ettiler. Geniş topraklar üzerinde bedava çalışacak kölelere gereksinim var dediler Afrika kıtasından milyonlarca insanı sardin balıkları gibi istifliyerek Amerikaya taşıdılar.

Zenci dediler, negro dediler; faşizmin, ırkçılığın Allahsızlığın alasını icra ettiler. Allah’ın mesajlarını yaymaya geldik dediler Meksika’dan milyonlarca kilometre karelik toprakları çaldılar. Kalifornya’da altın bulduk dediler binlerce Avrupalı haydut ve aşkiyayı Pasifik okyanusuna yığdılar. Bu kadar talan bize yetmez dediler, biz Allahın risaletini, Anglo-Saxson demokratik değerleri bütün dünyaya yaymak istiyoruz dediler, Pasifik oksayusuna çullandılar.

Haiti, Samoa yetmez dediler Filipinler’e, Japonya’ya, Çin’e göz diktiler. Bu esnada Küba adasında şeker kamışı, tütün, kumar ve turizmin rantını kokladılar. Buraları talan edebilmek için gerekçe ürettiler. Ayrıca, bu stratejik adaları kontrol edebilmek için sömürgeci İspanya Krallığını yıkmak gerekiyor dediler. İngiltere sömürgeciliğine karşı isyan ederek ABD’yi kuran “devrimci ve anti emperyalist” yeni sırtlanlar Filipin ve Küba’da İspanya’ya karşı ayaklanan devrimci halkı ihmal edemeyiz dediler. “Yaşasın Küba, Yaşasın Filipinler, kahrolsun İspanya zulmü” dediler. İhtiyaç duyulduğunda Allah’ı, gerektiğinde insanı kullanan bu haramiler, İspanya’ya şavaş ilan edebilmek için Havai limanında “dost” ziyaretinde bulunan Main adlı ABD savaş gemisini mürettabatı ile havaya uçurdular. Soruşturmaya hacet yok bu “elim” hadiseden İspanya sorumludur dediler İspanya’ya savaş açtılar. Küba ve Filipinleri işgal ettiler. Atlantik okyanusundan Pasifik okyanusuna kısa bir yola ihtiyacımız var, Latin ve Güney Amerikayı daha iyi kontrol etmemiz gerekiyor dediler

Bu talan için Columbiya devletine bağlı Panama vilayetini uygun buldular. Uyuşturucu ve silah ticareti için, United Fruit Company (Meyve Birliği Şirketi) için muz cumhuriyetleri kurulmalıdır dediler. Çareyi etnik bölücülükte keşf ettiler. “Yaşasın halkların kaderlerini bağımsız tayin hakkı” dediler. Panama’da konuşulan İspanyolca Columbiya’da konuşulan İspanyolcadan ayrıdır dediler, Panama eyaletini anavatan Columbiya’dan bir gece kararı ile bağımsız ilan ettiler. Columbiya’nın Panama vilayetini bir günde işgal ettiler. New Yorkta okuyan Columbiyalı öğrencileri bağımsız Panama devletinin başına yeni “demokratik” güçler olarak atadılar. “Demokratik” Panama cumhuriyeti ile hemen bir askeri antlaşma gerek dediler, Panama kanalını inşa ettiler, buraya Amerika kıtasının en önemli ABD askeri üssünü tesis ettiler.

Bugün, Panamanın ABD generali Westpoint askeri akademisinden mezun edilmiş Noriga’yı hatırlayan varmı? Eski CIA başkanı baba Bush’un kadim dostu ve kakoin ticaretinde iş ortağı. Colombiya kakoini general Noriga’nın mafya askerleri tarafından Columbiya hududundan teslim alınır, önce Panama’daki ABD askeri üssüne getirilir buradan askeri uçaklarla ABD’ye taşınırdı. “Muhafazakar ve dinci” Bush oglu Bushlar zehir ticaretinden milyarlarca dolar talan ettiler. Noriga ile ticari anlaşmazlıklar oluştu. Baba Bush tehditler savurdu. Noriga geri adım atmadı. Bush’un kakoin ticaretini ifşa edeceğini açıkladı. Gizli belge kalmayacak dedi. Panama kanalının millileştirilmesinden bahsetti. Küba’ya yakınlaştı. Bush’un özel kararnamesi ile Panama ABD özel birlikleri tarafından işgal edildi. Binlerce panamalı katledildi. Noriga zincirlere vuruldu, ABD’ye gönderildi. Ve dikkat. Yabancı bir devletin ABD vatandaşı olmayan başkanını ABD’nin özel yetkili mahkemelerinde yargıladılar. ABD’nin kadim memuru Noriga’yı dünyadaki pisliğin sorumlusu olarak lanse etti. “Özgür” basın Noriga’yı çarmıha gerdi. Dünya artık rahat nefes alabilirdi. Çünkü ABD dünyayı bir diktatörden daha kurtarmıştı. Bugün Noriga’yı hatırlayan var mı? Nerede olduğunu bilen var mı? Biz tekrar karanlık tarihe dönelim.

Vietnam İkinci Cihan Harbi öncesi ve sonrasında önce Japon, daha sonra Fransa işgaline karşı muazzam bir vatan savunması yaptı ve Kuzey Vietnam bağımsız bir devlet olarak doğdu. Fransa ile yapılan antlaşmaya binaen Güney Vietnamda bir referendum yapılacak ve bunun neticesinde ya bağımsız bir Güney Vietnam devleti kurulacak veya iki parçalı Vietnam lağve edilip bağımsız tek Vietnam devleti ikame edilecekti. Fransa ve ABD, Güney Vietnam sakinlerinin devrimci Kuzey Vietnam ile birleşmek istediğini anlaması üzerine referendumu rafa kaldırır. Bu aşamadan sonra Güney Vietnam, Viet-Kong örgütü liderliğinde Fransa işgaline karşı silahlı mücadele başlatır. Fransa bunun altından kalkamayacağını anlayınca işgali ABD’ye terk eder. ABD aşamalı olarak Güney Vietnama yerleşir. Ancak, Kuzey Vietnam’ın desteği ve Güney Vietnam halkının kararlığı ABD’nin askeri varlığını tehdit etmeye başlar. ABD Vietnamı kaybetmeye razı değildir. İkinci Cihan Harbinden hemen sonra peşisıra gelen halk devrimleri ABD emperyalizmini korkutur. Daha önce Çin, Kamboçya, Laos ve Kuzey Kore’yi kaybeden ABD, domino teorisine binaen bütün Uzak Doğu Asyayı kaybetme tehlikesinin idrakindedir.

Ne pahasına olursa olsun Vietnam ABD’nin olmalıydı. Ancak Ho Şi Min önderliğindeki Kuzey Vietnam halledilmeden Güney Vietnam’da tutunamayacağını bilen ABD Kuzey Vietnama savaş ilan etmeliydi. Bunun için bayat gerekçe devreye sokuldu. 2 Ağustos 1964’te ABD’nin Maddox savaş gemisi casusluk ve provakosyon faaliyetleri için Kuzey Vietnama ait Tonkin körfezine girer. Kuzey Vietnam torpido güdümlü savaş gemileri müdahale eder. Bu provakosyon 4 Ağustosta tekrar eder. ABD başkanı Johnson Kongreden “komünist” tehditin berteraf edilmesi ve “komünist” bölge devletlerin “başka ülkelerin iç işlerine burunlarını sokmayı engellemek için!” savaş ilan etmek hakkı dahil geniş yetkiler ister ve alır. Kuzey Vietnama savaş ilan edilir. Milyonlarca Vietnamlı katledilir. Sivillire karşı Katliamlar (en marufu Mai Lai katliamıdır), kullanılması yasak silahlar, işkenceler, uyuşturucu ve silah kaçakçılığı yıllarca sürer. Direnen Vietnam kazanır, bölünen Vietnam birleşir ve ABD Vietnamdan kaçarak çıkar.

1898’den beri Küba’yı fuhuş ve kumar merkezi yapan, şeker kamışı ve tütünü yağma eden ABD katil ve diktatör Batista’ya iktidara taşır. Küba 1959’un ilk gününde ABD ve onun işbirlikçisi Samoza’ya karşı zafer kazanır. “Dikatatör!” Castro ve Çe Guvara iktidarını yıkmak için Küba’nın domuzlar körfezine ABD’de eğittiği çapulcuları çıkatmaya çalışır. Küba mukavemet eder ve kazanır. Yalanlar, süikast girişimleri, mafyavari teşebbüsler, ekonomik amborgo, deniz ablukası, hayvanların ve tarımın zehirlenmesi için her türlü biyolojik silah kullanan ABD, direnen Küba önünde diz çökmek zorunda kalır.

Demokratik seçimleri kazanıp Şili’de iktidar olan Allende’ye karşı her türlü hinlik, bilgi kirliliği, suikast girişimlerini mubah gören ABD, en nihayet desteklediği generalleri (general Pinoşet) devreye sokarak Allende’ye karşı darbe yapar. Başkanlık sarayı direnir. Saray savaş uçaklarıyla bombalanır. Allende elinde silah direnirken öldürülür

ABD tarihi karanlık eylemler ve politikalar tarihidir. İşgal, ölüm mangaları, mafyavari suikastlar, uyuşturucu ve silah kaçakçılığı, kendi gemilerini batırma, uçaklarını düşürme, ikiz kulelere saldırı, tehdit, şantaj ve askerlerini dahi öldürme çirkefliğinden bile çekinmeyen ABD’nin bu tür eylemlerine onlarca örnek vermek mümkün. Kabil, Beyrut, Trablus, Bağdat ve en nihayet Şam’da terör estiren Müslüman demokratlar ve efendileri Allahı’n seçkin ülkesi ABD’nin en demokrat başkanı Wilson ne demişti: “Dünyanın bütün pazarları ABD’ye hizmet etmeli, açık olmalıdır. Dünya pazarları, ABD’nin bankaları, sanayisi ve kütürüne tabi olmalıdır”. Bir başka ABD başkanı Theodor Roosevelt daha net konuşmuştu: “Her on senede bir savaş olmalıdır. Ben her türlü savaşı selamlarım. Çünkü savaş ABD’nin sağlık sigortasıdır.” demişti.

Libya, Tunus, Mısır ve Suriye için devrim talep eden “ABD’nin Kanlı Arap Sonbaharı’nın” Türkiye sözcülerine takdim edilir. Bu ülkeler için demokrasi, hak, hukuk isteyenlerin Suudi krallığı, Katar, Bahreyn ve ABD için neden aynı hassayeti gösterip mertçe eleştiremediklerinin gerekçesi budur. Doğru mevzilenmeyenler ve düşmanı tespit edemeyenler maalesef sadece emperyalizmin papağanları olurlar. Bu balık hafızalara tekrar hatırlatalım. Emperyalistlerin dostu yoktur, kullanılacak ve zamanı geldiğinde ayak bağı olmamak için kafese konulacak memurlara ihtiyaçları vardır. “Düşmanıma karşı bir müddet zalimle işbirliği yapar kullanırım” diyenlere Şahlar, Menderesler, Mübarekler kafi örnekler teşkil etmiyormu? Doğru mevzilenmek, gerçek yurtseverleri ve devrimcileri paranın satın alabileceği güç kadar moda “demokrat” olanlardan ayırt eden en bariz unsurdur.

Muhatap kaldığım en önemli sorudur: Peki bu ABD’de hiç iyi bir şey yok mudur? Şüphesiz ki var. En güzel çiçekler bataklıkta açar. Ama alımlı ve narin çiçeklerin varlığı bataklık gerçeğini örtmez. ABD tarihi karanlık ve zalim bir bataklıktır.(Prof. Dr. Mehmet Yuva, Ağustos 2012
 

Adalet Matematiği

Her gün yenisi gelen şehit haberlerinin, gazetelerin ön sayfasında alışkanlık yaptığı bir ülkede yaşıyoruz. Hülya Avşar‘ın Altın Portakal Film Yarışması’nda jüri başkanı olduğu bir ülkede, sanatın da, insan hayatının da değeri olmadığını görüyoruz. Ama kimin umurunda? Çünkü hayat bizlere vicdan muhasebesini bile unutturmuş. Sadece paraları sayıyoruz. Bilgi Üniversitesi’nin konuğu olarak İstanbul’a gelen, dünyanın en önemli matematikçilerinden John Nash, “iyi matematik adalettir” diyor. Türkiye’nin dünya matematik sıralamasında “sondan ikinci” olduğunu öğrenen bu dahi, gerçeği de noktalıyor. “İyi matematik bilmeyen toplumlarda adalet yoktur!”


 

Akıl Oyunları Filmine Konu Olan ABD’li Matematikçi John Forbes Nash

Hesaplayalım! Kaç şehit haberi, bir toplumu ayağa kaldırır? Kaç haksız hapishane sürgünü, toplumun vicdanına ok saplar? Adaletsiz kazançlar, kaç çocuğun kanını emmeye eşittir? Belediye arsalarını büyük işadamlarına peşkeş çekenler, kaç bin doğmamış çocuğun hakkını talan etmektedir? “Suçu ispat edilene kadar, herkes masumdur” gerçeği, iki kere ikinin dört ettiği kadar gerçektir de, kim dert eder bunu? Van’daki depremin ardından, binaların hasar raporlarını rüşvet karşılığı değiştiren çete çökertiliyor. Çetenin içinde 10 devlet çalışanı var. 10 adamı toplasanız, elde var sıfırsa, ruhundaki adaleti yitirenlere matematik yardımcı olabilir mi? Ahlaksızlık gezegeninin tozunu yutanlar için, adaletin ve matematiğin hükmü var mıdır sanıyorsunuz? Böylesine bir ülkede. Dünya matematik sıralamasında sondan ikinci olmamızın, bizleri rahatsız edeceğini sanmıyorum. Sanki sıradan bir dert gibi. Yüreklerin yazar kasa olduğu bir memlekette. Adaletin de, matematiğin de olmadığı gün gibi aşikardır. İki kere iki dört gibi.

Zor Bir Matematik Sorusu: Üniversite sınav sonuçlarının ardından, üniversiteler yüksek puan alan öğrencileri kapmak için pahalı davetiyeler sunuluyor.  Gaziantep’teki Zirve Üniversitesi’nden çağrı. “İlk 100′e girip, bizi tercih edenlere sıfır kilometre otomobil!”  Hey gidi günler. Otomobili okula mı tercih edecekler?  Okulu otomobile mi?  Alın size bir matematik sorusu daha?

(Hakkı Yalçın,  Temmuz 2012

Sessiz Olun, Müslümanlar Uyutuluyor!

İsrail asıllı Amerikan film yapımcısı Sam Bacile’nin ‘Müslümanların Masumiyeti’ adlı filmine yönelik tepkiler giderek büyüyor. Hazreti Muhammed ve İslam dinini küçük düşürdüğü belirtilen film, Mısır, Libya,Tunus ve Gazze’de protesto edildi. Ancak Türkiye’den hala bir tepki gösterilmiş değil. Hz. Muhammed’e hakaretler içeren ve protesto gösterilerine yol açan ‘Müslümanların Masumiyeti’ adlı filmin yapımcısı Sam Bacile, filmi ‘provokatif bir siyasi tutum’ için yaptığını itiraf etti.Filmin yapımcısı ve yönetmeni İsrail asıllı Amerikan vatandaşı Sam Bacile, Amerikan Wall Street Journal gazetesine verdiği demeçte, ‘ İslam kanserdir, Müslümanlar da yok edilmesi gereken böceklerdir. Bu film ile İslam’ın nefret içerikli bir din olduğunu göstereceğim” ifadelerini kullandı


 

Bazılarınızın ‘o kadar uçma’ dediğinizi duyar gibiyim.
Hayır şimdi tekrar kontrol ettim.
Ayaklarım yere basılı halde bu yazıyı yazıyorum!
Soru üstüne soru.
Tıpkı dün konuştuğum Ak Partili bir bakanın aklına ilk gelen soru da olduğu gibi, Obama’nın ABD’ye gidecek olan İsrail Başbakanı Netenyahu’ya randevu vermemesi ile bu gelişmeler arasında bir paralellik olabilir mi?
Merak etmeyin, kimse sizden para isteyecek değil.
O yüzden yorulmadan sormaya devam edin.
Acaba, bütün bu olaylara sebep olan filmin yapımcısının Sam Bacile isimli bir İsrailli olması, üzerinde düşünülmesi gereken bir soru mudur?
Acaba, ABD’deki İsrail lobisi, Arap Baharı nedeniyle İsrail’in giderek daha fazla yalnızlığa terk edildiğini gördü, bunu tersine çevirmenin yolunun Kasım ayında yapılacak olan seçimler olduğunu fark etti, Romney’in Obama karşısında şansını kaybetmeye başladığını hissetti de bir yerleri harekete mi geçirdi.?
“Ey Obama, senin sürekli sıcak mesajlar verdiğin Müslüman dünya, zavallı büyükelçin Chris’i Libya’da ne hale getirdi, görmüyor musun!”
“Ey Amerikalılar, sizin başkanınız ve başkan adayınızın arkasında durduğu Arap Baharı’nın yaşandığı ülkelerde, Amerikalıların başına neler geldiğini görmüyor musunuz?”
“Bu durumda oyunuzu kime vereceksiniz?”
Bence mesaj buydu.
Dün, Obama’yı ve Dışişleri Bakanı Clinton’u dinledim.
Dinlediğim kadarıyla ikisi de tuzağa düşmemiş görünüyorlardı.
Mesela Clinton, Libya’daki yeni yönetimi ve Libya halkını saldırganlardan özenle ayırıp, Müslümanları bir bütün halde hedef göstermekten kaçındı.
Obama’nın 11 Eylül vurgusu dikkat çekiciydi.
Mesajı almış gibi görünüyordu.
Bütün bunlar niye mi oluyor?
Kasım ayındaki Başkanlık seçimleri, büyük bir deprem yaşayan Ortadoğu, Arap Dünyası, İsrail ve Türkiye’nin geleceğini de hiç olmadığı kadar yakından ilgilendiriyor da onun için.
Birileri seçim arifesinde Amerikan halkına 11 Eylül günü 11 Eylül travmasını yeniden yaşatmak için böyle bir tezgah kurmuş gibime geliyor.
Tabi isterseniz ‘bu kadar uçma’ da diyebilirsiniz.
Saygı duyarım!

(Mehmet Acet, Eylül 2012)

 

 

2012 Yapımı The Innocence of Muslims filminin senaristi, yönetmeni, yapımcısı

olduğu düşünülen Mısırlı Amerikan Kıpti Hıristiyan Nakoula Basseley Nakoula


Bu film için 100 İsrailli bağışçıdan 5 milyon dolar aldım ve filmi İsrail için yaptım
” diyen Sam Bacile, ABD’nin Florida eyaletinde Kur’an-ı Kerim yakan rahip Terry Jones‘dan destek aldığını söyledi. Bacile, filmin fragmanının Temmuz başında verdiğini kaydederek, filmin Twitter’da eski aktörlerin konuyu ele almasıyla gündeme geldiğini söyledi. Bacile’in tepkilerin ardından saklandığı bildirildi. Filmin kampanyasını Kaliforniya’da yaşayan Müslüman karşıtı tutumuyla bilinen Kıpti Moris Sadek‘in yaptığı belirtiliyor. Mısır’da Hürriyet ve Adalet Partisi (HAP), Amerika’da yaşayan Kıptiler tarafından çekilen ve Hz. Peygamber’e hakaret içeren filmin yapımcılarının yargılanması talebinde bulundu. 11 Eylül saldırılarının 11’inci yıldönümünde, Mısır’daki Selefiler Kahire’deki ABD büyükelçiliğine saldırmıştı


2010 yılında Kuranı Kerim yakma eylemleri düzenleyen ABD’li papaz şeytan Terry Jones

Amerikalı Hristiyan Evanjelist televizyon sunucusu Pat Robertson, Amerikalı Müslümanlar’ın tepkisini çekti.  “Hıristiyan televizyon programı” olarak nitelendirilen “The 700 Club” adlı programda bir izleyiciye tavsiye veren Robertson, karısına söz geçiremediğinden yakınan izleyiciye “Sana tavsiyem, Müslüman olman ve karını dövmen” tavsiyesinde bulundu.

Libya’da filmi protesto eden bir grup ABD’de gösterime girecek filmin Hz. Peygamber’e hakaret içerdiği gerekçesiyle, Bingazi’deki ABD Konsolosluğu’nun önünde toplanarak Amerika aleyhine sloganlar atmıştı. Bugün de Bingazi’deki ABD Konsolosluğu’na yapılan roketatar saldırısı neticesinde Amerikan büyükelçisi ve beraberindeki üç kişi ölmüştü. Büyük tartışma yaratan film, Tunus da protesto edildi. Ülkedeki Amerika Birleşik Devletleri konsolosluğu önünde toplanan bir grup Tunuslu, film yapımcısı ve Amerikan yönetimini hedef alan sloganlar attı. Konsolosluk önündeki protestolarda Tunus polisi ve ordunun yoğun güvenlik önlemleri dikkati çekti


ABD’nin Libya‘nın Bingazi şehrinde bulunan konsolosluğuna düzenlenen saldırıda, ABD Büyükelçisi J. Christopher Stevens ve üç büyükelçilik çalışanı ayaklananlar tarafından yakılan binada dumandan zehirlenerek öldüler.

Fitneyi ortaya atan, geri çekilen, izleyen, kendini haklı göstererek dünyaya reklam eden ve saldırmak için fırsat bekleyen ABD politikası !

Gazze’de de bir grup, filmi protesto etmek için toplandı ve Amerikan bayrağı yakarak, filmin aleyhinde sloganlar attı. Daha bir çok İslam ülkesinde filmle ilgili çok sayıda tepki gösterilirken, Türkiye’deki Müslümanlardan ses çıkmaması oldukça düşündürücü. Türkiye’deki Müslümanların Suriye eylemlerine 300 kişiyle gelmesi, başörtüsü yasağı sonuçlanmamışken ses çıkarmamasını iç siyasetin bir yansıması olarak anladık da Hazreti Muhammed’e hakaret eden bir film dünya Müslümanları tarafından protesto edilirken Türkiye’deki Müslümanlardan ses çıkmamasını anlamıyoruz. Biz niye yakıp yıkmıyorsunuz diye sormuyoruz, niye üzerinize ölü toprağı serpildi, neden demokratik tepkinizi göstermiyorsunuz onu soruyoruz.

Adres vermeyeyim ama internette şöyle hızlı bir tur attığınız takdirde, ‘İslam’ ve ‘Müslümanlar’ hakkında her dilden aşağılayıcı, kışkırtıcı, ‘deli saçması’ yüzlerce yayınla karşılaşmakta zorluk çekmezsiniz.
‘Açık alanda’ bu kadar kışkırtıcı yayın var iken, ABD’de gösterime gireceği açıklanan benzer içerikli bir filmin Libya, Mısır sokaklarını bir anda ateş topuna çevirmesini nasıl okumalı?
Hem de bir 11 Eylül günü.
Bir 11 Eylül günü, 11 Eylül saldırılarının 11 inci yıl dönümünde, bu kadar 11’in tesadüfen yan yana geldiğini düşünmek için, Libya’daki ABD temsilciğini roketatarla vuran adam kadar dünyadan bihaber olmak gerekiyor olmalı.?
Sadece, 2 aydan daha az bir zaman sonra sandık başına gidecek olan Amerikalılara ‘yeni bir saldırıya uğramışlık’ duygusu yaşatmakla kalsaydı iyi.
Ama işin daha fazlası da var.
Böyle durumlarda, düz mantıkla hareket ederseniz, gerçeklere ulaşamazsınız.
Bol bol sorular sormak lazım.
Mesela şöyle sorular.
Bu olayların Kasım ayında yapılacak olan ABD Başkanlık seçimleriyle bir ilgisi olabilir mi? Diye sormalısınız.
Acaba, Obama’nın 4 yıl boyunca hiç yüz vermediği Neo-conlar, yeni bir tezgah peşinde mi?
Obama’nın aksine, tıpkı Bush gibi kendilerinin güdümüne kolayca girmeye müsait donanımsız Cumhuriyetçi adayın gerileyişini durdurmak için böyle bir senaryo yazılıp uygulanmış olabilir mi?

 

Pentagon’un Gözünden 1950 Türkiyesi

Pentagon’un gözünden 50′li yıllarda Türkiye ABD Savunma Bakanlığı’nın 1950′li yıllarda 263.2457 kod numarasıyla hazırladığı Türkiye tanıtım filminde, ABD’nin “müteffik” Türkiye’ye bakışı çok net bir şekilde ortaya çıkıyor. Tanıtım filminde Türkiye ve Yunanistan’ın komünizmle savaşta ileri karakol olduğu vurgusu yapılarak, Yunanistan Kralı Paulos’un Ankara’ya ziyareti övülüyor. Filmde Türkiye’nin Kore Savaşı’nda ABD’nin yanında yer alan BM üyesi ilk ülkelerden biri olduğu belirtiliyor ancak Türk askerinin Kore Savaşı’ndaki kahramanlıklarından hiç söz edilmiyor. Alaycı bir dille Türk askerinin Kore’de modern savaş tekniklerini öğrendiği savunuluyor. Ayrıca Kore’de savaşan Türk askerlerini burada meslek öğrenerek, ülkelerine daha saygın vatandaşlar olarak döndükleri iddia ediliyor. Tanıtım filmi bir Türk çobanın geleceğe olan umuduna vurgu yaparak sona eriyor. Koyunları arasında gösterilen çoban için şu sözler sarf ediliyor: “Bu çoban eski yöntemleri çok iyi biliyor ancak geleceğe de büyük bir inancı var

 

Aşkolsun Amerika, Yıllardır Karakol Vazifeni Yapıyoruz,

Bize Sürünün Çobanlığını mı Layık Gördün?

Samanlıktan Plaja Bir Devrimci

Hikayeyi biliyorsunuz. Solun sembol isimlerinden Mahir Çayan, Ömer Ayna, Cihan Alptekin ve Ertuğrul Kürkçü, üç NATO görevlisini 26 Mart 1972 günü kaçırır. Karşılığında THKO (Türkiye Halkın Kurtuluş Ordusu) önderleri Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan’ın serbest bırakılmasını isterler. Tokat‘ın köylerinden Kızıldere’de muhtarın evine saklanırlar. Güvenlik güçleri evin adresini bulur ve teslim ol çağrısı yapar. İçerden ateşle karşılık verilir. Kurşun yağmuruna tutulan evde herkes ölür, Ertuğrul Kürkçü hariç. Samanlıkta saklanarak kurtulduğunu anlatan Ertuğrul Kürkçü neden arkadaşları gibi çarpışmadığını, “5-6 eri öldürerek ne harekete, ne de kendi kişilik ve ideolojime hizmet edemeyeceğimi, bir şey kazandıramayacağımı düşündüğüm için” cevabını verir. Ancak sol camiada; adam kaçırma olayında arkadaşlarıyla birlikte hareket eden Kürkçü’nün çarpışma anında bu birliktelikten çark etmesi hep sorgulandı. Hafif eleştirenler ölüm korkusunun galip geldiğini ve Kürkçü’nün samanlığa saklandığını belirtirken; ağır eleştirenler Kürkçü’nün baskına neden olan muhbir olduğunu iddia ettiler. Sol camia içinde bu tartışma süregelsin, Ertuğrul Kürkçü yine basılmış. Bu sefer samanlıkta değil plajda. Üstelik de yanında kendisinden 29 yaş küçük sevgilisiyle. Türk solunda böyle ilginçlikler hayli fazla. Kalbur nedense hep böylelerini yukarıda bıraktı ve diğerlerini eledi.

 

Eski Satıcı, Yeni BDP Milletvekili Ertuğrul Kürkçü

Mustafa Balbay’ın da Ruşen Çakır’ın da gençliklerinde arkadaşlarını satma üzerine benzer hikayeleri var. Kürkçüler, Balbaylar, Çakırlar parayı bulup, plajda göbeklerini yayarken, diğerleri ölüyor. Bugünlere geldiğimizde ise iş artık ranta dökülmüş durumda. Şimdinin BDP Milletvekili Kürkçü, PKK’lılarla sözde karşılaşma anında sarmaş dolaş olup hayran gözlerle pis pis sırıtarak bağlılıklarını bildirirken; rantı da cebine indiriyordu. Normal şartlarda milletvekili seçilme ihtimali sıfır olan Kürkçü, KCK’nın organizasyonu sayesinde seçildiğinin farkında çünkü. Dağlı ağasına kıkır kıkır gülerek bağlılıklarını bildirmiş çok mu?

Samanlıkta saklanıp askerlerle çatışmamasını “5-6 eri öldürerek ne harekete ne de kendi kişilik ve ideolojime hizmet edemeyecektim” diye açıklayan Kürkçü efendi, keşke dağlı ağasına; “Yola mayın döşeyerek erleri, karakola bomba atarak polisleri, şantiyeleri basarak işçileri, parka bomba koyarak sivilleri öldürmekle ‘harekete, kişilik ve ideolojilerine’ hizmet edemeyeceklerini” söyleyebilseydi.

PKK’lılar karşısında aklına gelmeyen öldürmeme gerekçeleri samanlıkta adrenalin sayesinde gelmişse aklına bilemem tabii. Kürkçü gibilerin çıkardığı ateş yüzünden bir sürü can giderken, 12 yaşında çocuklar dağa çıkartılıyor. 12 yaşında çocuğu dağa çıkartılan anaların yüreği yanıyorken, Kürkçü’nün derdinin genç sevgilisinin yanmasın diye sırtını yağlamak olduğu görülmeli. Aysel Tuğluk‘un derdinin koluna 3 bin Euro‘luk Louis Vuitton çanta takmaktan, kendi rantını düşünmekten başka derdi olmadığı da görülmeli. Çantanın taklit olduğunu açıklamasıyla insanları kandırmaya çalışacak kadar zavallı ve halkı da aptal zannediyor

Görüntüleri izleyin, çantayı öylesine önemsiyor ki insanların gözüne sokacak kadar önde tutuyor. Sanki tek mesele çantaymış gibi. Bir diğer BDP’li Sırrı Sakık, çanta değiştirir gibi Mercedes değiştiriyor. Hepinizin oturduğu semtler, yaşadığı standart ortada. “Kürt hakları” vesaire hikaye. Tek dert rant. BDP’li belediyelerden ihaleler, uyuşturucu ekiminden milyon dolarlar, KCK’nın vergi adı altında halktan topladığı haraçlar. Para gani. Kürkçü’nün çıtır sevgilisiyle tatil masraflarını karşılayacak kadar da var, Tuğluk’a Louis Vuitton alacak kadar da. Annesinin bağrından kopartılıp 3 bin Euro’ya dağa satılacak çocuk çok nasıl olsa. Aysel Tuğluk için her çocuk bir Louis Vuitton çünkü


Mahir Çayan (1946 – 1972) ve Çatışma Sonrası Ceseti


Bizdeki sol sahtekârdır. Bebek’ten Boğaz’ı seyredip Hakkâri’deki Zap Suyu’na ağıt yakar. Köy olarak Kadıköy, Erenköy, Bakırköy ve Yeşilköy’ü tanır. Hilton’un terasında Kız Kulesi’ne romantik nazarlarla bakar, viskisini yudumlar. Dragos’ta yaşar, Patnos’u yazar. (Devlet Bakanı Mehmet Keçeciler, 1980li Yıllar)

Biri Şehit Biri Gazi !




Türkiye Cumhuriyeti BDP Milletvekilleri ve PKK Kucaklaşması – 2012


Bingöl’de arazide bulduğu bir mayının elinde patlaması sonucu ağır yaralanan bir çocuk.



Kato dağlarında operasyonlarını sürdüren güvenlik güçleri tarafından öldürülen 7 teröristin cesedi kendilerini Sivil İnsiyatif olarak adlandırılan gruba teslim edildi. (2012)


Komando Bölük Komutanı Üsteğmen Mehmet Bedri Aluçlu, 2007 yılında Siirt Pervari’de yapılan bir operasyonda, PKK sığınağındaki mayını imha etmek isterken ağır yaralanmıştı. İlk müdahalesi Siirt Asker Hastanesi’nde yapılan Üsteğmen Aluçlu, helikopterle Ankara Gülhane Askeri Tıp Akademisi Hastanesi’ne gönderilerek tedavisine başlanılmıştı.

Yetenek Sizsiniz PKK

Üç at, iki eşek, bir katır, 20 koyun-keçi. 22 gün bir ahırda aç kalan hayvanların son hâlini gösteriyor televizyon. Burası Şemdinli’ye bağlı Qelaşk (Günyazı) köyü. Televizyon mikrofonuna konuşan yaşlı adam ağlamaklı. “Aslında biz ne gerilla ne asker gördük, şuradaki ağaca bir kurşun isabet etti, o kadar” diyor ama yine de çatışmalardan kaçıp şehre gitmiş. Yarın dönerim diye de hayvanlarını ahıra kilitlemiş. Kimse ona adına Devrimci Halk Ayaklanması başlatıldığını söylememiş anlaşılan. Tam 22 gün sonra dönebilmiş köyüne.

Önceki gün Selahattin Demirtaş’ın açıklamasından öğreniyoruz ki meğerse hayvanların ahıra kilitli kaldığı o köyün de içinde olduğu 400 kilometrekarelik alan uzun süredir PKK’nın kontrolündeymiş. İki gün aç kalan minik kedilerin sesi bile bir mahalleyi gece ayağa kaldırmaya yeter. 22 gün açlık ve susuzluk çeken atların, eşeklerin, katırların seslerini düşünün. Herhalde gürültüden uzun süredir kontrolleri altındaki köydeki ahırdan yükselen hayvan bağırtılarını duymadılar. Yoksa PKK, alan hâkimiyeti sağladığı 400 kilometrekarelik alanda bir ahırın kapısını bile açamayacak bir örgüt mü?

1 Ekim’de Meclis açılana, PKK kışlığa çekilene kadar yaz kampında gerillacılık oynayacakları anlaşılan BDP’nin eşbaşkanı Demirtaş’ın PR’ını yaptığı bu alan hâkimiyetinin pek kimseye bir faydası yok anlaşılan. İnsan merak ediyor. Bu bir ayda o 400 kilometrekarede acaba ekmek fiyatlarını PKK mı belirledi, peki evlenenler imam nikâhının üstüne resmî nikâh yerine devrim nikâhı mı yaptı?

Yoksa 400 kilometrekare boyunca dağa taşa hâkimiyet için onlarca gerilla canını vermedi herhalde. Peki, ya dağdakinin silahıyla ovadakine hava atan bir savaş PR’cısı gibi konuşan Demirtaş, “PKK her yere hâkim, devlet bir şey yapamıyor ki” çocuksu sevincinin devleti yeni operasyonlar için kızıştırmaktan, daha çok ölüme davetiye çıkarmaktan başka ne işe yarayacağını düşünüyor olabilir?

Bu elde kalmış malını satmaya çalışan tüccar usulü fazla reklam kokan açıklamalardan tek bir sonuç çıkıyor aslında. Evet, PKK’nın devrimci halk savaşının her şeyi var. İstanbul’dan Ankara’ya uzanan 400 kilometrekarelik kurtarılmış bölgesi, cephede ne muzaffer bir orduları olduğunu anlatan genel başkanları, “ordularımızın top sesleri Polatlı’dan duyuluyor” haberleriyle elini korkak alıştırmayan medyası, Batı’da “Şemdinli’de neler oluyor” diye sorup sorup harareti yükselten aydın desteği. Ama bu devrimci halk savaşının bir tek eksiği var: Halk yok.

Öcalan aylar önce bunu görüp görüşme notlarında PKK’ya kaç kere “Yapabiliyorsan Diyarbakır’da yap, ama bu eski gerillacıkla olmaz Devrimci Halk Savaşı” diye seslenmişti. En son görüşme notundaki sözlerini müzakereci demokrat avcıları savaş çağrısı zannetti/sundu. Hâlbuki orada konuşan 90’larda Türkiye içinde Botan-Behdinan Savaş Hükümeti bile ilan etmiş bu örgütü en iyi tanıyan lideriydi. Şu sözler (tabii bunlar sansürsüz versiyondan) İmralı-Kandil arası gidip elen mektuplarda “müzakereyi boş ver, devrimci halk savaşı yaparız, bu işi hallederiz” diyen Kandil’e “aynı aptallığı bir daha yapma” demekten başka türlü nasıl yorumlanabilir:

“Kandil’de, o ucuz eskiden 30 yıldır, bu ucuz sahte bir türlü gerilla tarzı tutturamayan şeye de son vermek zorunda. Ben halk savaşını yapmaya hazırım diyor, yap. Bir hafta içinde yapmazsan senden alçağı yoktur. Bir de KCK’yı uyarıyorum. Mektubunda şunu söyledi, bu cümleyi de kendileriyle sözlü konuşun. Bak! Bana ikide bir mektupta yazacağınıza ne yiyecekseniz yerseniz, dersiniz. Hazırız her türlü şeye, hazırsan hazırlığını hayata geçir beni ilgilendirmez. Ya bunu şantaj olarak değerlendiriyorum. Yani KCK şantajı! Savaşacaksan savaş bana ne ya! O seni ilgilendirir, tabii görevin. Şimdi mektupta şöyle yazıyor, yani yani bunu anlamanız için söylüyorum; ‘Eğer Devlet, işte Hükümet bizim şeyimizi yapmazsa biz de hazırlıklıyız, her an büyük savaşa başlayabiliriz’, mektubundaki. Yap! Salak!”

Son sözleri “Kandil beni taşeron olarak kullanıyor” olan Öcalan 15 temmuzdan itibaren Devrimci Halk Savaşı’nı bitirdiğini açıklamıştı ki tesadüfün böylesi 14 temmuzda Silvan oluverdi. Öcalan yine haklı çıktı. Geçen hafta KCK’nin yönetim kurulu üyelerinden Bozan Tekin, devrimci halk savaşının serhildanlarla desteklenmesi çağrısı yaptı. Yani özetle “Devrimci savaş var ama halk nerede” diye sordu.

Halk nerede mi?

Bir adres vereyim. 8 eylül günü İstanbul’da olacaklar. Sonra sırasıyla Diyarbakır, Van, Mardin, Mersin, Batman, Hakkâri, Muş, Ağrı, Kars, Tunceli, Şanlıurfa’da. Binlerce Kürt gencin katılması bekleniyor. Yok hemen “kaos planı” diye yasaklamayın. Erbil’de yayın yapan Zağros Tv’nin Kürtçe Yetenek Sizsiniz programı “Min Ciyavaz im- Ben Farklıyım”ın elemeleri için toplanacak gençler. Şimdiden binlerce başvuru var. Devrimci Halk Savaşı sürerken Diyarbakır’da binlerce genç Osman Baydemir’in de destek verdiği elemelerde farklılıklarını ve yeteneklerini ortaya koyacak.

Üç at, iki eşek, bir katır, 20 koyun-keçi. PKK’nın hâkimiyeti altındaki topraklarda kilitli oldukları bir ahırda bağıra bağıra öldüler. PKK, Kürdistan’ın 400 kilometrekaresinde dağlara, taşlara hâkimim diye böbürleniyor ama galiba “Ben farklıyım” diyen Kürt halkı üzerindeki alan hâkimiyetini kaybediyor. 2012 yılında hâlâ Şaban taklidi yapmaya çalışan PKK artık pek komik değil. Ne diyelim galiba yetenek-sizsiniz.

(Yıldıray Oğur, Ağustos 2012

Yüz Bulamayan PKK Kudurdu

Yıllar önceydi. Halk devrimi hayali kuran bir solcu kadın, bu işi niye başaramadıklarını itiraf ederken şöyle diyordu: Gerçekleştireceğimiz devrimin propagandasını yapmak ve halkı yanımıza çekmek için, devrimci arkadaşlarımla birlikte İzmir’de tütün fabrikasında işe başladık.
Sabahtan akşama kadar propaganda yapıyorduk. Bizi can kulağı ile dinliyorlar, ikna olmuş görünüyorlardı. İçin için, ‘Bu iş olacak’ diye düşünüyorduk.
Gelin görün ki;
Akşam olduğunda fabrikadan çıkıyorlar, evlerine gidiyorlar, giderken de, oruçlarını açmak için iftarlık pide alıyorlardı!
O zaman anlamıştık ki;
Biz, bu halka yabancıyız!
Halkın inançlarından uzağız!
Biz Devrim diyorduk ama onlar oruç ve namazla meşgullerdi!
Bizim o taraklarda bezimiz olmadığı için de, söylediğimiz her şey boşa gitti!
Bu mealde itiraflar. Çok doğru. Gerçekten de; Halkın yaşantısına, halkın gelenek ve göreneklerine, özellikle de halkın inançlarına yabancı ve uzak olanlar, asla başarılı olamazlar.
Eğer başarılı olmak istiyorsan, onlardan biri gibi olacak, içlerinden biri gibi yaşayacaksın!
Halktan kopuk olursan, ne devrim yapabilirsin, ne de iktidar olabilirsin!
Nitekim; Halkı yanlarına alamadıkları için, Dev-Yolların, Dev-Solların ve TKP’lilerin hayâl ettikleri devrim bir türlü gerçekleşmedi. Çünkü onların hareketleri isyan ve inkâra dayanıyordu. Halk ise inançlıydı!
1980 Darbesinden sonra ise, halk devrimini gerçekleştiremeyen solcular; devlet kademelerinde, bürokraside ve medyada görev aldılar.
Ve başladılar;
Kendilerine hayal kırıklığı yaşatan halktan intikam almaya! Bu intikam operasyonu halen devam etmektedir.
Temel düşünceleri şudur:
Siz madem ki devrime destek vermediniz, o halde her türlü baskıya ve zulme müstehaksınız! Al sana kurşun! Al sana bomba!
Meseleyi doğru okumak gerekirse; PKK‘nın bugüne kadar yaptığı eylemler de, önceki akşam Gaziantep’te gerçekleştirdiği kanlı saldırı da, halktan intikam alma eylemidir!
Evet, evet;
PKK, halktan intikam almaktadır. Çünkü halktan örgüte destek yoktur. Halk, bırakın PKK’ya destek vermeyi, yaptığı kanlı eylemleri iğrenç bulmaktadır, nefretle karşılamaktadır!
O halde; Al sana kurşun! Al sana bomba!
Halkta destek görememekten dolayı kimyası bozulan, kuduran ve serseri mayın gibi sağa-sola çarpan PKK’nın, hem de bayramın ikinci gününde Gaziantep’te gerçekleştirdiği insanlık dışı saldırı, örgütün nasıl gözü dönmüş bir canavara, nasıl bir cinayet makinasına dönüştüğünün de göstergesi olmuştur.
Uzun lâfın kısası;
PKK, eylem yaptıkça kudurmakta, kudurdukça da cinayet işlemektedir.

(Hasan Karakaya, 2012-08-22

Kurban Bayramında, Antep Karşıyaka Polis Karakolu yakınlarında patlayıcı madde yüklü bir aracın patlaması sorucu dokuz kişi hayatını kaybetti; 69 kişi yaralandı. Patlamanın ardından bölgede toplanan öfkeli kalabalık, BDP Şehitkamil İlçe başkanlığı binasını ateşe verdi. PKK ise hain saldırıyı üstlenmedi. (20 Ağustos 2012)
 

Rehine Vekil
 

Terör örgütü, ilk defa bir milletvekilini kaçırdı. Güç gösterisi yaptıkları bu rehine vekil eylemiyle Meclisi de hedef aldılar.
TBMMnin, CHP’nin çağrısı üzerine olağanüstü toplanmasına iki gün kala gerçekleştirilen bir eylem bu!
BDP mi?
CHP Tunceli Milletvekili Hüseyin Aygün‘ü PKK kaçırdı; BDP ise kaçırmış gibi oldu!
BDP sözcüleri, mecburen sert yapmışlar.
Film icabı.
Hüseyin Aygün, aykırı vekil olarak tanınıyor.
Dersim dosyasını açtığında CHP’de şimşekleri üzerine çekmişti.
Partisinin, Dersim katliamı ile ilgili resmi görüşüyle ters düşünce hedef tahtasına oturtulmuştu.
Alevilik bir dindir diyen de.
PKKnın mutlaka silah bırakması gerektiğini söyleyen de Hüseyin Aygün’dü.
Tunceli’de BDP terörü altında seçim kampanyası yürüttüklerini açıklamış.
Tehdit ettiler. Burası bizimdir kimse giremez, aday olanlar ajandır, diye yoğun propaganda yaptılar demişti.
Önce, püskürtülen Şemdinli Kalkışması, ardından Çukurca Baskını, üstüne Foça’daki saldırı.
PKK’nın CHPli bir vekili kaçırması, bu eylemler zincirinin son halkası olarak öne çıkti


 

Suriye meselesindeki en kritik, hayati sahnelerin yaşandığı bir atmosferde.
İçeride tasarlanan hadiselerden söz ediyoruz.
Aygün’ün PKK tarafından rehin alınması, örgütü taşeron olarak kullanan Kuklacıların son tasarımıdır.
Öncelikle bugün toplanıp aç-kapa yapacak olan Meclis hedef seçilmiştir.
AK Parti ve MHP.
Meclisin CHPnin çağrısıyla olağanüstü toplanmasına karşı çıktılar, ya.
CHPli vekilin 14 Ağustosa (bugün) iki gün kala rehin alınmasıyla hükümete ve Meclise pervasızca bir mektup yazmış oldular!
Başka?
Kuklacılar, bir yandan CHP’yi mağdur konumuna getirmek istediler.
Diğer taraftan AK Parti Hükümetini zor durumda bırakmayı amaçladılar.
CHP, rehin alınan vekil krizi boyunca hükümeti topa tutacaktırın hesabını yaptılar.
Kaçırılan vekilin Kürt ve Alevi kimliği üzerinden geliştirilebilecek mülahazaları da bu resme ekleyelim.
Şemdinli Kalkışması elinde patlayan, Kuzey Suriye propagandası da netice alamayan Kuklacılar.
Terör örgütüne CHPli vekili kaçırtarak yeni bir hamle yaptılar.
Ancak, bu hamleleri de geri tepecektir.

(Tamer Korkmaz, Ağustos 2012

Kandil Dağı’na Gidelim

Hakkari’ye ver sırtını, elini gözüne siper et, güneye doğru, taaaa uzağa bak.
İşte o zirvesi karlı dağ, Kandil.
Yarısı İran‘da, yarısı Irak‘ta.
İran-Irak sınırı, tam ortadan böler dağı.
Kandil’in Türkiye’ye en yakın noktası, 89.5 kilometre. Ama kuşsan. Çünkü kuş uçuşu bu kadar. Karadan, 100 kilometre falan. Tabii asfalt değil. Bildiğin arazi. Taşlık maşlık. Doğa yürüyüşünü yapamazsın. Zırhlı lazım.
Geldin mi Kandil’e? Geldin.
Farzedelim, günlerdir borazan çalmana rağmen, PKK’lılar seni bekliyor. Dağı sarman lazım. Coğrafya gereği, beşgen şeklinde sarman lazım. Ama unutmamak da lazım. Beşgenin üç bacağı İran tarafında. Yani, ya İran’a da gireceksin, ya da İran’dan rica edeceksin, hatırımız için o tarafı tutacak ki, teröristler kaçmasın. Irak tarafında tutman gereken mesafe, 300 kilometre uzunluğunda.
Diz bakayım askerleri yan yana, 300 kilometreye kaç tane yerleştirmen lazım?
Toplam, kontrol altında tutman gereken alan ise, 3 bin 377 kilometrekarecik.
Türkçesi şu:
İstanbul 5.712 kilometrekare.
Kocaeli 3.505 kilometrekare.
Marmaris 866 kilometrekare.
Yap hesabını.
Belçika’nın 9′da 1′i.
Malta’nın 10 katı.
Sardın mı Kandil’i? Sardın.
Asıl hedef, dağın vadisi. Oradalar çünkü. Uzunluğu 13.5, genişliği 4.5 kilometre. Öyle her yerinden giremezsin vadiye. Ağzı güneye bakıyor. Kuzey tarafı sarp. Yani, girebilmek için güneyine kadar inmen lazım.
İndin güneye. Çık bakalım yokuşu.
Çünkü vadi, 1.219 metre yüksekte. Bütün bu yolun mayınlarla dolu olduğunu söylemeye gerek yok tabii. Çıktın mı yokuşu? Çıktın. Elini kolunu sallaya sallaya giremezsin. Sırtlarda SA-7 füzeleri, uçaksavar ve makineli tüfek yuvaları var. Ne yapacaksın? Önce tepeleri tutacaksın. Tepe dediğin, 2.670 metre.
Şimdi diyeceksiniz ki, “madem öyle, uçaklarla vuralım.”
Vuralım.
En yakın hava üssün, 456 kilometre uzakta. Bu 456 kilometre üzerinde, Kandil’e kadar, 9 tane PKK kampı ve yüzlerce gözcü olduğunu düşünürsek, uçakların sessiz sedasız gelebilmesi imkansız. Haber verirler. Ama yine farzedelim ki, PKK’lılar bizi bekliyor. Geldi uçaklar. Demiştim, Kuzey’den dalamazlar vadiye. Güneye inip, öyle yukarı çıkacaklar. Ama vadi dediğin, uçak pisti değil. 8 defa zikzak yapıyor dağın içinde. E uçak bu. Yılan değil. Kısa mesafede kıvrıla kıvrıla gidemez. Yani, anca nokta atışları yapabilirsin. Ama vadi, yüzlerce mağarayla dolu. Bombalar, önüne düşer, içeri girmez. Yani sonuç vermez. Yani, mecbursun komando getirmeye. Bu da, kaba hesap, 100 bin asker falan eder.
Mevsimin yaz olduğunu. Gidip dönmenin en az 6 ay süreceğini. 6 ay sonra 2 metre kar olacağını. Amerikan teçhizatlarıyla donatılan Barzani ve Talabani güçlerinin PKK’ya yardım edeceğini. Kandil’in eteklerinde Erbil ve Süleymaniye kentlerinin olduğunu. Binlerce köy ve mezra olduğunu. PKK’nın çoktan buralara sığınmış olabileceğini. Bu denli geniş araziye yapılacak operasyonun, “sınır ötesi operasyon” değil, “topyekün savaş” anlamına geleceğini. Düşünürsek. Kandil dediğin hemen şurası.

(Yılmaz Özdil, 2006)



PKK’nın Kandil Haritası
 

Bu Aile Çok Tehlikeli

Batılı bazı diplomatlar, durup dururken Talabani ve Barzani’ye “Ortadoğu’nun Siyasi Fahişeleri” adını takmamış. Her ipte oynuyorlar. Sabun gibiler, sürekli olarak sağasola kayıyorlar. Söyledikleri başka, attıkları adımlar farklı. Sürekli olarak rol değiştiriyorlar. Talabani de Barzani de son derece güvenilmez iki ayrı tip!


 

Mesut Barzani, Molla Mustafa Barzani’nin oğlu. Mesut Barzani bugün Amerika için ne ifade ediyorsa, dün de babası Sovyetler Birliği için onu ifade ediyordu. Molla Mustafa Barzani, Sovyetler’in güdümündeki bir KGB elamanıydı. Sovyet İstihbaratı KGB dosyalarındaki kod adı da Reis’ti. 1946′da yanındaki birkaç yüz Peşmerge ile birlikte Sovyetler’e kaçtı. Komünist rejim tarafından Bakü’ye yerleştirildi. Kendisi ve Peşmergeleri özel eğitimden geçirildikten sonra Irak’a geri gönderildi.

Molla Mustafa Barzani, hep kendisine silah ve para yardımı yapan Ruslar’ın emrinde oldu. 1961′de dönemin KGB Başkanı Shelepin’in talimatı ile Irak’ı parçalamak için isyan çıkardı. Bundan 46 yıl önce 1966′da, içinde Adana ve Sivas’ın da yer aldığı “Kürdistan” haritasını göstererek, İsviçre Televizyonu’na bir açıklama yaptı. Türkiye’ye meydan okudu: “İkinci hedefimiz Türkiye’dir.” Tabii, arkasına Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’ni alarak. Baba Barzani’nin bu çıkışı, Türkiye’deki pek çok gazetede yayınlandı.

Şimdi biraz daha gerilere gidelim. Barzani Ailesi, Osmanlı döneminde de ciddi problemdi. Osmanlı-Rus Savaşı’nın hemen arifesinde bu aşiretin reisi Şeyh Abdülselam, sözde “tatil” yapmak için Rusya’ya gitti. Kısa süre sonra, büyük miktarda silah ve para yardımı alarak geri döndü. Aradan 1 sene geçtikten sonra Osmanlı-Rus Savaşı çıktı. Barzani Aşireti, Osmanlı’nın o zor günlerinde Ruslar’la birlikte hareket etti. Osmanlı, ardından yine bunlar tarafından İngilizler’e satıldı.

Molla Mustafa Barzani’den sonra görevi oğlu devraldı. Önce Ruslar hesabına çalışan aile, dünya dengelerinin değişmesi ile birlikte, CIA ile iş tutmaya başladı. Şimdi bölgede KGB elemanı Molla Mustafa Barzani yerine, CIA ile birlikte hareket eden oğlu Mesut Barzani var. Dün, Sovyetler Birliği’nin desteği ile Türkiye düşmanlığı yapılıyordu. Bugün, ABD’ye sırt dayanarak Türkiye’nin altı oyulmak isteniyor. Efendiler değişti, ama hedef hiç değişmedi.

Geçmişte yaşananlara bir göz atalım. 2003 yılında Barzani’nin tahrikleri sonucu Erbil’de Türk Bayrakları yakılmadı mı? 2007 yılında, Euro News’e konuşup Türkiye’nin Kuzey Irak’ta PKK’ya karşı bir operasyon düzenlemesinin felaket olacağını söyleyen O değil miydi? “Türkiye’ye bütün Kürdistan’dan çok güçlü bir karşılık verilir” dememiş miydi? Mesut Barzani, yine aynı yıllarda Kerkük konusunda Türkiye’ye posta koymaya kalkmamış mıydı: Türkiye’de de Kürtler var. Türkiye’nin Kerkük’e karışması durumunda biz de Diyarbakır ve diğer kentlerin iç işlerine karışacağız. Türkler, Kerkük konusunda ısrar ederlerse, bütün sonuçlarına katlanarak onları engellemeye çalışacağım. Bu adam, Kandil’de bulunan ve Türkiye’nin teslim edilmesini istediği 248 PKK yöneticisi için “Bizim bölgemizde değiller” cevabını vermemiş miydi? Şimdi de başımıza yeni çoraplar örmeye çalışıyor. PKK ile diğer Kürt gruplarını buluşturuyor. Suriye’de birlikte hareket etmelerini sağlıyor. Yetiştirdiği binlerce peşmergeyi, yeni bir yapılanma ortaya çıkarmak amacıyla Suriye’ye gönderiyor. Biz de Suriye’de sınırımıza yakın bölgelerde ortaya çıkan PKK yuvalanmasını ” tehdit” olarak gördüğümüzü açıklıyoruz. Doğru, ama yeterli değil. Çünkü, ortada sadece bir PKK tehdidi yok. Türkiye’ye yönelen tehdidin adını doğru koymak lazım: “Barzani ve PKK işbirliği!”

Artık açıkça görülüyor ki, Ortadoğu’nun siyasi fahişeleri Türkiye’ye karşı yeni oyunlar peşinde. Tabii, bu arada onları idare eden ve cesaretlendiren arkalarındaki gücü de unutmamak lazım!

(Emin Pazarcı, Temmuz 2012

PKK’nın Tırtıl Korkusu

Terör örgütü PKK, Türkiye’nin sınır bölgelerine bilinmeyen bir tırtıl böceği bıraktığını, tırtılların gizlendikleri ağaçların yapraklarını yediğini iddia etti. PKK, bundan dolayı sınır bölgesinde kamufle olmadığını söylüyor. Trajik komik haber PKK’ya yakın bir sitede yayımlandı. Haberde, Türkiye-Irak sınırındaki ormanlık alanlarda bir anda ortaya çıkan bilinmeyen bir tırtıl türünün, sınır boyunca tüm ağaçların yapraklarını yediği belirtildi. Tırtılların Türk güvenlik güçleri tarafından bırakıldığı iddia edildi. Haberde yapraklı ağaçların PKK için sınırda kamuflaj görevi yaptığı ifade edildi. Tırtırların özellikle Zap bölgesine bırakıldığı, bunun sonucunda Hakkari sınır hattındaki ormanlık arazide ağaçlarda tek bir yaprağın bile kalmadığı illeri sürüldü.
 

PKK’nın Uyuşturucu Tarlaları Yakıldı

Lice, Hazro ve Kocaköy.
Ve bu ilçelere bağlı 12 köy ve mezra.
50 kilometrekarelik ekili alan.
Tam da hasat zamanı.
Şimdi buraya bir nokta koyalım.

O çorak topraklar yemyeşil olmuştu.
Adam boyunu geçmişti ekinler.
Domatesler de kızarmıştı.
Ya gerisi?
Diyarbekir karpuzu muydu?
Hayır.
Kavun mu?
O da değil.

Buğday da ekilmemişti o tarlalara.

Her yer kenevirle dolmuştu.
Boy boy.
Çeşit çeşit.
Uyuşturan bitkiydi kenevir.
500 dönümlük araziyi, Kazıp ekmişler.
Hiçbir fedakarlıktan kaçınmamışlar.
Kaçak elektrikle su götürmüşler!

Önceki gün Diyarbakır Emniyet Müdürü,
“Gel” demişti telefonda,
O kadar.
Başka da konuşamamıştı.
Müdür konuşmayınca,

Dalda karga olduğunu anladım.

O tarlalar,
Örgütünmüş,
Yani PKK’nın.
Çevresini de mayınla döşemişler ki,
Polis ve asker araziye giremesin.

Diyarbakır polisi ve jandarması,
Tarihin en büyük operasyonunu yaptı önceki gün.
1700 jandarma ve polis,
Dört helikopter ile onlarca zırhlı araç,
Yola çıkmış.
Önce PKK’nın kurulduğu Sis köyü.
Eski adıyla Ziyaret‘e girmişler.
Güvenlik güçleri uçarak inmiş buraya.
Çünkü her yer mayın dolu.
Köylü, traktör vermiyor.
Yüzlerce dönüm Hint keneviri var biçilecek.
Bu, 250 ton uyuşturucu demek.
Zor da olsa kenevirler yakıldı.
Gitti PKK’nın paraları.
Öyle az buz değil.

Tam 500 milyon TL.

Bir gün önce PKK militanlarının üs olarak kullandığı Dibek köyü abluka altına alındı.
Oradaki unsurlar etkisiz hale getirildi.
Ondan sonra 12 köye girildi.
Dibekköyü kontrol altına alınmasaydı operasyon başarılı olamazdı.

Terör örgütlerinin en büyük finans kaynağıdır uyuşturucu.
Mesela,
Kolombiya terör örgütü ‘Devrimci Silahlı Güçleri’
Uyuşturucudan yılda bir milyar dolar kazanır.
PKK da uyuşturucu baronudur.
Her yıl milyarlarca lira götürür esrar ve eroinden.

Uyuşturucu ile zehirler,
Dolarları çuvallar.
Sonra silah alır.
Askerimizi şehit eder,
Eşleri dul, çocukları yetim bırakır.
Bu yüzden Diyarbakır’daki esrar tarlalarının yakılması çok önemliydi,

Diyarbakır Valisi Mustafa Toprak,
PKK’nın, finans kaynağı uyuşturucu ticaretine yönelik,
En büyük operasyondu’ dedi.
Sadece Diyarbakır’da 5 bin dönümün üzerindeki alanda uyuşturucu ekiliyor.
Uyuşturucu biterse PKK da biter.

Operasyona,
Diyarbakır Jandarma Bölge Komutanlığı koordinesinde sağlanan güvenlik çemberinde,
31 Jandarma Özel Harekat ve Komando Timi,
7 Polis Özel Harekat Timi,
17 geçici köy korucusu operasyon timi ile
Diyarbakır Jandarma Komutanlığı,
Ve Emniyet Müdürlüğü personeli katıldı.
Uyuşturucu tarlalarının sökülmesi PKK milislerini rahatsız etti.
Operasyondan dönen güvenlik güçlerine Kabakkaya köyünde ateş açtılar.
Bir de mayın patladı.
Çok şükür ölen ya da yaralanan olmadı.

PKK yayın organları,
Operasyonun,
İstanbul’dan gelen muhabirlere izletilmesine de tepkili.
Niye acaba?
Neyse.

Jandarmayı,
Polisi,
Vali ve Emniyet Müdürünü kutluyorum.
Tarihi bir başarıya imza attıkları için.

(Ersin Ramoğlu)

 

 

Milli Eğitim Bakanlığı Hısım Akraba Kurulu

Milli Eğitim Bakanlığı öğretmen ve öğrencilere olmasa da hısım akrabaya çok duyarlı. Eğitim sisteminde kaos yaşanırken, Milli Eğitim Bakanlığı İnsan Kaynakları Genel Müdürlüğü, okullarda görev yapan 48 öğretmeni bünyesine kattı. 48 kişilik listede yer alan AKP yakınları arasında Sağlık Bakanı Recep Akdağ‘ın kayınbiraderi Kemal Gül var. Gül, Altındağ Nihat Başakar İlköğretim Okulu’nda Din Bilgisi öğretmeni iken artık MEB İnsan Kaynakları Genel Müdürlüğü’nde çalışacak. İkinci isim ise AKP Genel Başkan Yardımcısı Ömer Çelik‘in akrabası. Ömer Çelik’in Adana Seyhan Dede Korkut İlköğretim Okulu’nda görev yapan akrabası Hatice Çelik, Ankara’ya MEB İnsan Kaynakları Genel Müdürlüğüne atandı. Hatice Çelik, aynı zamanda 48 kişilik atama listesine Ankara dışından dahil olan tek isim. Kalkınma Bakanı Cevdet Yılmaz’ın kardeşi Seral Çatak, MEB İnsan Kaynakları Genel Müdürlüğü’ne atandı. AKP’li Yalçın Akdoğan‘ın eşi de bu listede.

AKP eğitim sistemini baştan aşağı değiştirirken, her ilden yüzlerce öğretmeni de norm kadro fazlası diyerek okullarından etti. Eş durumundan tayin bekleyen binlerce öğretmen de yine aynı gerekçe ile mağdur edildi. Ankara’da görevlendirilecek 48 öğretmenin tayinine ilişkin küçük bir araştırma bile listedeki görevli 5 üst düzey AKP’Iinin akrabalarını bulmaya yetiyor. Hangi kriterlere göre yapıldığı belli olmayan bu atamaların, her gün Bakanlık önünde seslerini duyurmaya çalışan öğretmenlerin büyük tepkisini çekeceği çok açık. Teknik ve Endüstri Meslek Lisesi’nde matematik öğretmeni olan Aslıhan Akdoğan Bakanlık görevlendirmesi ile artık İnsan Kaynakları Genel Müdürlüğü’nde görev yapacak. Tayin listesinde adı bulunan AKP Muş Milletvekili Faruk Işık‘ın eşi Meral Işık ise Çankaya Fevzi Özbey İlköğretim Okulu’nda sınıf öğretmeniydi. Işık artık MEB İnsan Kaynakları Genel Müdürlüğü’nde görevli olacak. (30 Ağustos 2012)

Öğretmenlik yapıyorsun hemen evinin etrafına okul kuracak değiliz. Biri senin ilçene öbürü diğer ilçeye denk gelebilir. İlla aynı ilçede görev yapacağız diye birşey yok“. (Tayyip Erdoğan, Eylül 2012




 

Milli Eğitim Bakanı Kim?

Son bir yıldır eğitimle, öğretmenlerle, öğrencilerle ilgili konularda herkes bir şeyler söylüyor. Ancak söylenenlerde ve yapılanlarda bir tuhaflık var. Örneğin;

  • Eğitimde bir yenilik varsa Başbakan ve Bilim Sanayi ve Teknoloji Bakanı birlikte kamuoyuna açıklıyor.
  • Öğretmen maaş ve ücretleri ile ilgili açıklamayı Maliye Bakanı yapıyor.
  • Öğretmenlerin özür grubu tayin sorunlarını eski Milli Eğitim Bakanları çözmeye çalışıyor.
  • 66 aylık çocukların okula gidip gidemeyeceğine Sağlık Bakanlığı karar veriyor.
  • Üniversite harçlarının kaldırılacağını Başbakan Yardımcısı açıklıyor. Vb


     

    Peki Milli Eğitim Bakanı ne yapıyor?

    • Öğretmenlere güvenmiyor, sorunlarını çözmüyor, sürekli küçümsüyor.
    • Okul müdürlerine güvenmiyor, soruşturma açtırıyor, veliler karşısında ezdiriyor.
    • Veli ve öğrencileri rapor almak için hastane önlerinde mağdur ediyor.
    • Bakanlık merkez teşkilatına yıllarını vermiş öğretmen ve diğer personeli dağıtıyor. Ancak eş, dost, tanıdık varsa bakanlığa görevlendiriyor.
    • Eşinden ayrı öğretmenleri süründürüyor. Ücretsiz izin almaya zorluyor. Vb…

    Eğitimciler üzerinden iyi polis-kötü polis oyunu yapılıyor, ancak olan öğretmen ve öğrencilere oluyor. Yeni eğitim-öğretim yılında eğitimde sadece eğitimcilerin söz sahibi olmasını ve ülkemizin geleceği öğrencilerimizin iyi bir şekilde yetiştirilmesini diliyoruz

Ele Verir Öğüdü, Kendisi Kırar Söğüdü

4+4+4 düzenlemesinden sonra bütün okulları imam hatip yapma şansını yakaladık” açıklamasıyla gündeme gelen AKP Muğla Milletvekili Ali Boğa‘nın torununun, Fransız okulunda eğitim gördüğü ortaya çıktı. Cumhuriyet gazetesinin haberine göre, torunu için Fransız müfredatıyla eğitim veren Fransa ’nın Türkiye ’deki devlet okulunu seçmesi, Boğa’nın “tarihini bilen, milletini seven, inancıyla barışık, küresel yenilik ve gelişmelere açık bir nesil yetiştirilmesi için bu açıklamayı yaptığına” ilişkin sözleriyle de çelişti


 

AKP ’li Boğa, 22 Ağustos’ta seçim bölgesi Muğla’da katıldığı İmam Hatip Lisesi Mezunları ve Mensupları Derneği’nin pilav günü etkinliğinde, “Şu anda bir şans geçti elimize. Biz bütün okulları, elbette bu okulların kaydında kuydunda sayıyı artıracağız. Ama bütün okulları imam hatip okulu yapma şansını elde etmiş durumdayız. 4+4+4 ’ten sonra Kuranıkerim ve peygamberimizin hayatının seçmeli ders olmasından sonra bu şansımız var” diye konuşmuştu. Boğa’nın sözleri medyada, “ 4+4+4 ’ün gizli amacının itirafı” gibi algılanmış ve tepkilere yol açmıştı. Tepkiler üzerine yazılı bir açıklama yapan Boğa, bir kısım medyada yer aldığı gibi sadece imam hatip liselerine dayalı tek tip bir eğitim anlayışını savunmasının söz konusu olamayacağını belirterek “Bununla birlikte, imam hatip liselerine kayıt sayısının artırılmasının ve diğer okullarda söz konusu seçmeli derslerin teşvikinin tarihini bilen, milletini seven, inancıyla barışık, küresel yenilik ve gelişmelere açık bir nesil yetiştirilmesine yardımcı olarak Türkiye ’nin geleceğine yarar sağlayacağı görüşümü muhafaza ettiğimi yineliyorum. Takdiri yüce milletimizin aziz vicdanına havale ediyorum” demişti.

Doğrudan Fransız Müfredatıyla Eğitim

Ancak Boğa’nın bu açıklamalarına karşın torununun eğitimi için farklı düşündüğü ortaya çıktı. Boğa’nın torunu için tercih ettiği okulun, “imam hatipler” ya da “tarihini bilen, milletini seven, inancıyla barışık bir nesil yetiştirecek bir içerikle” de uzaktan yakından ilgisi bulunmuyor. Boğa’nın torunu, doğrudan Fransızca eğitim veren, müfretadının içeriği de tamamen Fransa tarafından belirlenen bir okulda öğrenim görüyor. Boğa’nın, Hazine ve Dış Ticaret Müsteşarlığı’nda uzman olarak görev yapan kızı Tuğba Hatipoğlu’ndan torunu M.H. için ailesi Ankara ’daki Fransız okulunu tercih etti. Boğa’nın torunu, okulla doğrudan Ankara ’da Fransa eğitim bakanlığına bağlı olarak Fransız müfredatıyla eğitim veren Charles de Gaulle Lisesi’nin (Lycée Français Charles de Gaulle) anasınıfıyla tanıştı. Milletvekili Boğa’nın torunu, anasınıfına Charles de Gaulle’de başladı ve ilk eğitim ve orta öğrenimini burada aldı. Boğa’nın kızının önümüzdeki sonbahardan itibaren yurtdışı görev iyle Türkiye ’den ayrılması nedeniyle Boğa’nın torunu da eğitimini yurtdışında sürdürmek üzere Fransız okulundan ayrıldı

Ankara’daki Fransız Okulu 1942 Yılında Eğitime Başlamıştı.

Charles de Gaulle, uzun yıllardır Ankara ’da tamamen Fransa devletine bağlı olarak eğitim veriyor. Anasınıfından lise son sınıfa kadar öğrenci alıyor. Okulda anasınıfından başlayarak eğitim dili tamamen Fransızca. Okul, öğrenci kabulünü Ankara ’daki Fransızlar ve Avrupalılarla sınırlı tutmuyor. Son yıllarda Türk aileler de okula büyük ilgi gösteriyor. Bu nedenle okulun öğrenci sayısının yarıya yakınının Türk çocuklarından oluştuğu belirtiliyor.

Vekilin Gerekçesi

Ali Boğa, Fransız okulunu seçmelerinde damadının diplomat oluşunun belirleyici olduğunu belirterek şunları söyledi: “Amerika ’da ya da başka ülkelerde imam hatip okulu yoksa biz ne yapalım? Fransız okulu, diplomatlara dünyanın her yerinde gittikleri ülkelerde geçiş imkânı sunun bir okul. Torunum da babasının sürekli dünyanın her yerine gitmek zorunda olduğu için, eğitimde gittiği ülkelerde sorun yaşamasın istedi. Amerika , Afrika , Asya, dünyanın her yerinde muadili olan, her yerde geçiş imkânı sağlayan tek okul da bizdeki bu Fransız okulu. Dolayısıyla çocuğun gideceği ülkelerde intibak sorunu yaşamaması için bunu tercih ettik

Bu Vekilin Oğlunu Kim Dize Getirecek?

Hatay’ın Dörtyol Emniyeti’nde akıllara durgunluk veren bir olay yaşandı. Emniyet müdürlüğünün kantinini işleten AK P Gençlik Kolları Başkanı Ömer Uzun, polis memuru Alper Atilla ile tartıştı. Atilla’yı sürdürmekle tehdit eden Uzun, üniformasını çıkarmasını istedi. Ardından arkadaşı, AKP Hatay Milletvekili Bayram Türkoğlu’nun oğlunu olay yerine çağırdı. Milletvekilinin oğlu İstemi Kağan Türkoğlu da emniyet bahçesine gelerek polisleri tehdit etti. Olaya müdahale eden komiser yardımcısı Murat Emer, vekilin oğlu Türkoğlu’na “Sen benim memurumla bu şekilde konuşamazsın” uyarısında bulundu
.

Ellerine birer numara verilen ve duvara dizilen polisler Türkiye adaletini bir kez daha gördüler.


Bu uyarıdan sonra durum daha da gerildi. Dörtyol Emniyet Müdürü çok sayıda polisi bir odaya dizerek ellerine numara verdi ve AKP Gençlik Kolları Başkanı’ndan ve AKP milletvekilinin oğlundan kendisi ile tartışan polisleri teşhis etmesini istedi. İstemi Kağan Türkoğlu, odadaki polisleri uzun uzun inceledikten sonra kendisiyle tartışan komiser yardımcısını teşhis etti. Bu arada AKP Milletvekili Bayram Türkoğlu’nun danışmanın da Emniyet Müdürlüğü’ndeki teşhis olayında odada bulunması dikkat çekti. Türkoğlu’nun akrabalarının da olay sırasında karakol bahçesine gelerek ayrılmadıkları görüldü. Ertesi gün milletvekilinin oğlunu uyaran komiser yardımcısı Murat Emer hakkında açılacak disiplin soruşturmasının selameti gerekçe gösterilerek görevden uzaklaştırma kararı verildi.


 

AK Parti Hatay Milletvekili Hacı Bayram Türkoğlu’nun oğlu İstemi Kağan Türkoğlu’na,

tartıştığı polisleri teşhis ettiren Dörtyol İlçe Emniyet Müdürü Mustafa Marangoz.

Süper Benziyor

Tek Parti dönemine laf çakarken en fazla kullandığımız cümle şu idi: “Halk plajlara akın etti. Vatandaş denize giremedi”.
Hatay Dörtyol’daki karakol denetimi, bana en çok bu cümleyi anımsattı.
Ne oldu Hatay Dörtyol’da?
Polis önüne çıkan iki delikanlıya halk muamelesi yaptı.
Fakat sonradan anlaşıldı ki o iki delikanlı halk değil, vatandaş.
Bunun üzerine vatandaşa halk muamelesi yapan polisler, duvara dizildi.
İki vatandaşa Hangisi vurdu? Hangisi vurdu? diye sorularak seçme hakkı tanındı.
Kısacası.
Tek Parti döneminden.
“Halk plajlara akın etti. Vatandaş denize giremiyor” cümlesi elimizde kaldıysa. Yeni dönemden de.
Polisin halk sandığı iki delikanlı, vatandaş çıktı” cümlesi elimizde kalacak

Kendini Beğenen Bilmiş


84′ten Beri Aynı Nakarat

15 Ağustos 1984, Siirt, Eruh, Hakkari Şemdinli İlçesi Baskınları, 1 Şehit, 9 yaralı

Genel Kurmay Başkanlığı: “Eruh ve Şemdinli olayları üzerine derhal incelemeye başlanmış ve her iki bölgeye sevk edilen takviye birlikleri ile teröristlerin yakalanması için geniş bir operasyona başlanılmıştır.”

Genelkurmay Başkanı Orgeneral Necdet Üruğ: “Devlet eşkiyaya pabuç bırakmaz, huzurlu olun”

24 Mayıs 1986, Tunceli – Pülümür – Hasangazi, 4 şehit, 7 yaralı

İçişleri Bakanı Yıldırım Akbulut: “Başımız sağolsun, Türk milleti sağolsun. Hainler mutlaka hüsrana uğrayacaktır. Bundan kimsenin kuşkusu olmasın”

2 Mart 1987, Diyarbakır- Eğil, 1 şehit, 1 yaralı

TBMM Başkanı Necmettin Karaduman: “Devletimiz güneydoğudaki her türlü şer’in üstesinden gelebilecek güçtedir. Bu hainane teşebbüsleri, hareketleri yapanlar er geç pişman edilecektir.”

13 Ağustos 1989, Bahçesaray Kaymakamının konutu ateşe verildi

DYP Genel Başkanı Süleyman Demirel: “Baskınlar saldırılar devam ederken iktidar sorumluları duvar gibi sessiz kalmakta, devletin radyo ve televizyonlarından bilgi edinmek mümkün olmamaktadır.”

4 Ağustos 1991, Şemdinli Samanlı Jandarma Sınır Karakolu, 10 şehit, 5 yaralı

İçişleri Bakanı Mustafa Kalemli: ‘Operasyonlarda emniyet – jandarma işbirliğinin sağlanmasını istedi.

Başbakan Mesut Yılmaz : “Bu katil eşkıyalar nerede olursa olsunlar hak ettikleri cezayı göreceklerdir. Belki yaptıklarından pişman olmaya bile vakitleri olmayacaktır.”

7 Ekim 1991 Çukurca Çayırlı Jandarma Karakolu, 11 Şehit, 2 yaralı

Milli Savunma Bakanı Barlas Doğu: ‘‘Eşkiyanın defteri er geç dürülecektir. Artık her türlü ok yaydan çıkmıştır”

25 Ekim 1991 Hakkari – Çukurca Çınarlı ve Çayırlı Jandarma Karakolları, 17 şehit

İçişleri Bakanı Sabahattin Çakmakoğlu: “Anlaşılıyor ki, dört bir taraftan saldıran kalabalık bir terörist grubuna karşı burada görevli askerlerimiz kahramanca karşı koymuşlardır.”

15 Mayıs 1992, Uludere Taşdelen Jandarma Karakolu, 29 şehit, 15 yaralı

Başbakan Süleyman Demirel: “Ne kadar vahşice olursa olsun Türkiye Devleti bunun hakkından gelecektir”

10 Eylül 1992 Başbakan Süleyman Demirel: “Irak sınırında kuş uçmayacak”

26 Mayıs 1992 Hakkari, Üzümlü Karakolu, 14 şehit, 12 yaralı Genelkurmay Başkanı Orgeneral Doğan Güreş: “Bu adı konulmamış bir savaştır.”

İçişleri Bakanı İsmet Sezgin, “PKK Kuzey Irak’ta barınamayacaktır.”

22 Haziran 1992 Yüksekova Perihan Jandarma Sınır Karakolu, 6 şehit, 4 yaralı

İç İşleri Bakanı İsmet Sezgin : “Terörün belini kırdık ama bitirdik diyemem”.

21 Temmuz 1992 Çukurca Sivritepe Jandarma Sınır Karakolu, 10 şehit, 2 asker kayıp

Jandarma Asayiş Bölge Komutanı Korgeneral Necati Özgen ‘‘PKK ile mücadelede, sadece kalaşnikoflarla yürütülemez”

30 Ağustos 1992, Şemdinli Alan Jandarma Sınır Karakolu, 10 şehit, 12 yaralı

ANAP Genel Başkanı Mesut Yılmaz: “Bölücü örgüte hangi ülke silah veriyor , kim yardımcı oluyorsa bu tarz hareketlerin Türkiye açısından bir savaş nedeni olacağı bildirilmelidir.”

13 Eylül 1992 Şemdinli Aktütün Köyü Jandarma Bölük Komutanlığı, 22 şehit

TBMM Başkanı Hüsamettin Cindoruk: “TSK Yalnız değildir. Arkanızda yüce Meclis var. Bu meseleyi gözünüzde büyütmeyin”

6 Ekim 1992, Tufanbeyli Doğanbeyli Jandarma Karakolu, 1 yaralı

Cumhurbaşkanı Turgut Özal, “İcap ederse, o dağlara giden yolları keser, terörü doğduğu yerde boğarız.”

2 Temmuz 1993 Sason Jandarma Bölük Komutanlığı, 1 yaralı

Başbakan Tansu Çiller: “Teröre karşı ne istiyorsanız alın, eskisinden daha sert gidin”

1 Ağustos 1993 Çukurca Serbest Jandarma Karakolu, 10 şehit, 8 yaralı

Hükümet Sözcüsü Yıldırım Aktuna: ‘‘PKK’yı süpüreceğiz. Uzun süredir önemli planlar ve stratejiler üzerinde çalışıyoruz.Uygulamaya da geçiyoruz”

23 Ekim 1993 Hakkari Kavaklı Köyü Jandarma Karakolu, 9 şehit

Genelkurmay Başkanı Orgeneral Doğan Güreş, ‘‘Bu kış PKK’nın tüm kadrolarına büyük darbeler vuracağız. PKK’nın lider kadrosu yok edilecek. Hatta o örgütün başı dahil” (26.10.1993)

10 Kasım 1993, Siirt, Görendoruk Jandarma Karakolu baskını

Başbakan Süleyman Demirel : “PKK işi baharda bitecek”

21 Mayıs 1994, Emniyet Genel Müdürü Mehmet Ağar: “PKK’yı imha harekatı karşısında teröristler panik içindedir”

16 Haziran 1995 Şemdinli Ortaklar Jandarma Karakolu, 15 şehit

Başbakan Tansu Çiller : ‘‘PKK teröristleri Güneydoğu’nun heryerinde zemin kaybediyor”

9 Nisan 1996 Atmaca Operasyonu, 38 şehit

Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel “Operasyonda, 38 değerli evladımızın şehit olmasından büyük bir üzüntü duydum”

Genelkurmay Başkanı Orgeneral İsmail Hakkı Karadayı, “Teröre çok güzel darbe vurulmuştur.”

21 Ekim 2007 Hakkari, Dağlıca Karakolu12 şehit, 16 yaralı, 8 kayıp

Başbakan Tayyip Erdoğan: “Öfkemiz ve kinimiz çok fazla. Başımız sağolsun. Soğukkanlı şekilde bu olayların üzerine gitme konusunda kararlıyız”

CHP Genel Başkanı Deniz Baykal: “PKK aracılığıyla Türkiye’ye karşı bir örtülü savaş yürütülmektedir. Türkiye, terörle mücadele hedefini bu anlayış içinde belirlemelidir”

MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli: “ Başbakan, TBMM’de aldığı yetkinin ne anlama geldiğinin idrakinde olmalı ve sınır ötesi mutlaka yapılmalı, bu kanlar yerde bırakılmamalı. Hükümet olağanüstü hal ilanı dahil gerekli düzenlemeleri derhal Meclis’e getirmeli.”

Eski Genelkurmay Başkanı Emekli Orgeneral Hilmi Özkök, “ TSK’ nın ve Türk milletinin, Türk devletinin azmi hiçbir zaman sona ermeyecektir.”

4 Ekim 2008 Şemdinli Aktütün Jandarma Sınır Karakolu, 15 şehit, 22 yaralı

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül: ‘‘Bedeli ne olursa olsun terörle mücadeleye top yekün devam edilcektir. Herkese bunun hesabı sorulacaktır”

CHP Genel Başkanı Deniz Baykal :”Terörle mücadele konusunda büyük siyasi dayanışmaya ihtiyaç var. Siyasi partilerin hem de toplumun tüm kesimlerinin bu konuda görüş birliği içinde olması önemli”

30 Nisan 2010 Nazımiye Sarıyayla Jandarma Karakolu, 4 şehit, 7 yaralı

Genel Kurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ: “ Bu gün maalesef Türkiye basınının bir bölümü, çok açık söylüyorum İstiklal Savaşındaki mütareke basınını aratacak seviyede.”

7 Mayıs 2010 Yüksekova Dağlıca, 2 şehit, 1 yaralı

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül: “Acımız gerçekten büyük. Terörle mücadele içindeyiz, bahar ayları söz konusu olunca maalesef olaylar çoğalıyor”

19 Haziran 2010 Şemdinli Tekeli Taburu, 9 şehit, 14 yaralı

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan: “Hangi güçler adına taşeronluk yaptığı milletimiz tarafından bilinen terör örgütü yok edilinceye kadar mücadelemiz devam edecektir.”

5 Ağustos 2012 Geçitli Karakolu, 8 Şehit

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül: “Terör örgütü bu Ramazan ayında pervasızca bir plan içerisine girmişti. Buna fırsat vermemek için güvenlik güçlerimiz ön tedbiri alıp yoğun bir mücadeleye girdi. Maalesef yüreğimizi dağlayan şehitlerimiz var. Hepsine Allah’tan rahmet, ailelerine ve tüm milletimize de baş sağlığı diliyorum” ifadelerini kullandı

Amerika’dan Türkiye’ye Sopalı Mesaj

ABD Başkanı Obama’nın elinde sopa ile Başbakanımız Tayyip Erdoğan ile yaptığı 30 Temmuz 2012 tarihli telefon görüşmesinin resmi neden servis edildi?
Bir mesaj mı verilmeye çalışılıyor?
Anlayan var mı?
Açıkçası ben anlamadım.
Başka bir fotoğraf mı bulunamadı?
Böyle bir resmin resmin yanlış anlamalara neden olabileceği neden ön görülmedi?
Konu da ilginç.
Suriye meselesi.
Obama elinde sopa ile resimde endam ediyor.
Ne anlarsınız?
Hala da tartışılıyor.
Bu tartışma üzerine Beyaz Saray sözcülernden Caitlin Hayden bir açıklama yapıyor.
Açıklama şöyle:
Bu fotoğrafı sadece bir amaçla yayınladık, o da Başkan Obama’nın Başbakan Erdoğan ile devam eden yakın ilişkisini vurgulamak ve onların Suriye’de kötüye giden durum hakkındaki önemli görüşmelerine dikkati çekmektir.
İfadeye bak kötüye giden durumu sopayla mı ifade ediyorsunuz?
Sonra da devam ediyor, “Başkan, ABD’nin Türkiye ile işbirliği yaptığı bir dizi önemli konuda, Başbakan Erdoğan ile yakın ortaklık ve arkadaşlığına değer veriyor.”
Bunu da sopa göstererek yapıyor.
Ben Obama’nın başka bir liderle böyle bir resmini hatırlamıyorum.
Okumadım da.
Bilindiği gibi beyzbol sopası ABD’nin milli-kutsal sopasıdır.
Bir de bilinen başka bir şey var, o da ABD kültüründe en kaliteli ve etkili dayak beyzbol sopasıyla atılıyormuş.
Düşünün takım elbiseli Obama, elinde beyzbol sopası ve resim çektiriliyor.
Orası beyzbol sahası mı ki, böyle bir resim çekilsin?
Tehdit gibi algılanıyor.
O nedenle bu sopa konusunda yapılan tartışmalar yersiz değildir.
Bu Erdoğan’a ve Türkiye’ye karşı yapılmış saygısızlıktır.
En azından ben öyle algıladım.
Siz nasıl anladınız?

O Sopalı Resme Başbakan Erdoğan’ın Cevabı:

Ben tabi sayın Obama’nın konuşmamız esnasında hangi pozisyonda olduğunu, neyle nasıl konuştuğunu göremem. Fotoğrafın doğruluğunu da bilemem. Ben yüz yüze ya da telefonla görüştüğüm Obama’yı bilirim. O da bana karşı gayet saygılı ciddi Obama’dır. Fotoğrafla ilgili mizahi söylemleri de önemsemiyorum.”

ABD Başkanı elinde sopa Türkiye’ye saygısızlık yaparak birilerine dayak mesajı veredursun, bizim siyasilerimiz de bozuntuya vermeden resmin gayet normal olduğunu savunsun!



İmamları Nereye Göndermeli?

BDP‘nin Diyarbakır’da desteklediği Bağımsız Milletvekili adaylarından Altan Tan, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan‘ın Bunların cuma namazları ile alakası yok‘ sözlerine tepki göstererek, “Bu 15 bin tane imamı Marmaris’e, Bodrum’a, Antalya’ya, İzmir’e yollasınlar. Bir de şu 15 bin tane imamın başındaki Diyanet İşleri Başkanı’nı da Milli Güvenlik Kurulu’na yollasınlar, generallere abdest almasını öğretsin” dedi.

 

Altan Tan

BDP’nin Diyarbakır’da desteklediği Altan Tan, Bingöl’de partisinin desteklediği adayın seçim bürosu açılışına katıldı. Daha önce Başbakan Erdoğan’ı Kürt sorunun çözümü konusunda şeriata davet eden Tan, Bingöl’de Başbakan’ı yine şeriata davet ederek, şunları söyledi:

“Başbakan, ‘Kürtçe’de ana dilde eğitim ülkeyi böler. Kimse benden Kürtçe’de ana dilde eğitim beklemesin’ diyor. Peki sayın Başbakan, Kur’an-ı Kerim’de ayetler var. ‘Aranızda ihtilaf olduğu vakit, Allah’ın Peygamberini hakem tayin edin’ diyor. Gelin biz Allah’ın Peygamberini hakem tayin edelim. Bu mazlum ve mağdur Kürt kardeşlerimizin sorununu çözmek için Kürtler arasında bir söz vardır, o da şudur ‘Gelin şeriata gidelim.’ Hazreti Muhammed’in Araplar’a, Farslar’a, Türkler’e verdiği hak ne kadarsa, biz de o kadar istiyoruz, başka bir şey de istemiyoruz. Ama ‘hayır ben laik, demokratik Türkiye Cumhuriyeti’nin başbakanıyım. Kur’an-ı Kerim’in hükümlerine amel etmem’ diyorsan, Avrupa Birliği kriterleri var. Gel Avrupa Birliği kriterlerini uygula. Ama, ‘Ben Avrupa Birliği kriterlerini çağdaş, liberal demokrasinin kurallarını uygulamıyorum, İslam hukukunun kurallarını da uygulamıyorum’ diyorsan, o zaman sana bir çift sözümüz var. Ziya Paşa’nın meşhur bir sözü var, ‘Nush ile uslanmayanı etmeli tekdir, tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir’ Bu sözü Türkçe tercüme edeyim, diyor ki: ‘Bir adam yanlış bir şey yaptığı zaman, ona nasihat edin, nasihata uymayanı ikaz edin, ikazdan da anlamıyorsa, onun hakkı dayaktır’ diyor. Dayaktır diyor, başka bir şey değildir.”

DİYANET İŞLERİ BAŞKANI MGK’YA ABDEST ALMAYI ÖĞRETSİN

Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından bölgeye gönderilen 15 bin imamın Bodrum’a, Marmaris’e, Antalya’ya, İzmir’e yollanması gerektiğini savunan Tan, Kürtler’in Türkler’den 200 yıl önce Müslüman olduğunu söyleyerek, şöyle dedi:

“Fotomontajdan bir pankart çıkardılar. 5 yaşındaki bir Bingöllü’ye sorun, 85 yaşındakine de sorun, biz ki Şeyh Sait’in torunları, bizim Peygamberimiz kim? Hazreti Muhammed. Kürtler’in başka bir Peygamberi yok. Diyorlar ki, ‘Bunlar Diyanet’in imamlarının arkasında namaz kılmıyorlar.’ Böyle diyorlar. Bizim Diyanet’in imamlarıyla bir sorunumuz yok. Bizim camiyle de bir kavgamız yok, cami bizim camimiz, Müslümanların camisidir. Eğer birileri bizi dinle kandırmak istiyorsa, Milli Güvenlik Kurulu’nda, ‘Kürdistan’a 15 bin tane imam yollayalım, bu Kürtleri kandırsın, bunlar da Kürtlüğü’nden vazgeçsin’ diyorlarsa, işte bizim kavgamız bunlarladır. Sevgili kardeşlerim, bize bu 15 bin tane imam kadrosunu niye yolluyorlar? Eğer İslam’ı öğretmek için, Allah’ın gerçek dinini öğretmek için geliyorlarsa, baş göz üstüne. Ama zahmet etmesinler, zaten bizim mollalarımız, şeyhlerimiz, alimlerimiz var. Kürt halkı, Türk halkından 200 sene önce Müslüman oldu. Bu 15 bin tane imamı Marmaris’e, Bodrum’a, Antalya’ya, İzmir’e yollasınlar. Bir de şu 15 bin tane imamın başındaki Diyanet İşleri Başkanı’nı da Milli Güvenlik Kurulu’na yollasınlar, generallere abdest almasını öğretsin.

Neyleyim Namazsız Camiyi

İstanbul’un Çamlıca Tepesi’ne yapılması düşünülen “dev cami” tartışmalarıyla ilgili bu yazıyı aslında iki hafta önce yazmayı planlıyordum.

Henüz nasıl düşürüldüğü ortaya çıkarılamayan uçak ve Suriye krizimiz, şike mahkemesinin verdiği karar, “Çamlıca’ya dev cami” konusunu bugüne bıraktı.

Tartışmanın nasıl çıktığını hepimiz biliyoruz. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, televizyon vericilerinin olduğu Çamlıca Tepesi’nin yeniden düzenleneceğini açıklamış, yakın bir tarihte bu tepeye görkemli bir dev cami yapılacağını kamuoyuyla paylaşmıştı.

Ve her konuda olduğu gibi cami tartışması da bizleri iki kutba ayırmıştı.

İmamın “dev cami” söyleminin ardından, cemaat camideki yerlerini almakta gecikmemiş, “saflar sıklaştırılmıştı.”

Cemaat arasında safların düzenini bozanlar da ortaya çıkmıştı. “Dışarıdan ithal” beynamaz isimlerin saflara katılıp, seslerini yükseltmesi, düzensizliği bir nebze de olsa ortadan kaldırdı.

Bugün kim haklı kim haksız tartışmasına girmeyeceğim. Konuya farklı bir pencereden yaklaşmak istiyorum.

Çuvaldızı başkasına batırmayı, iğnenin ucunu muhafazakâr kesime, yani bizlere çevirmeyi düşünüyorum.

Konuyla ilgili gazete köşelerinde yer alan tüm yazıları okudum. Kendini dindar ve muhafazakâr olarak adlandırılan kalemlerin yazılarını ise daha dikkatli bir gözle inceledim.

Kimileri Çamlıca’ya sadece cami değil, şahane cami yapılmasını istiyordu. Kimileri Tayyip Bey’in padişahlardan farkı olmadığını vurguluyor, hizmetini dev bir camiyle taçlandırması gerektiğini belirtiyordu. Kimileri ise cami yapılmasını eleştirenleri neredeyse küfre girmekle itham ediyordu.

Dedim ya.

“İmamın buyurmasıyla, saflar sıklaştırılmış”, yorumlar üst üste gelmişti.

Kalem sahiplerinin büyük bir bölümünü tanıyordum. Bazılarıyla ise uzun süreli bir geçmişim vardı. Yazılarını okuyunca nedense yüzümde bir gülümseme belirdi. Ve aklıma gazeteci Taki Doğan’ın bir Hac dönüşü, dönemin Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Nuri Yılmaz’a aktardığı anekdot geldi.

Şu hatırlatmayı yaparak konuya gireyim. Hikâyede bazı eksiklikler olabilir. Üçüncü ağızdan duyduğum bir olay. Eğer eksiklik varsa taraflardan şimdiden özür diliyorum.

Teşbihte hata olmaz diyerek, konuya gireyim.

Sanırım 28 Şubat sürecinin sıcaklığını hissettirdiği yıllar. Taki Doğan, çalıştığı televizyon adına, Diyanet İşleri Başkanlığı’yla Hacca gidiyor. Şeytan taşlamayı da ihmal etmiyor.

Bilenler bilirler. Taki Doğan, iyi bir gazeteci olmasının yanı sıra esprili bir kişilik. Diyanet İşleri Başkanı’na, şeytan taşlamasını şöyle anlatıyor.

Doğan: Efendim, şeytanı taşlamak için elime taşı aldım ve tam atacakken bir de baktım karşımda şeytan. Şeytan bana baktı, baktı ve şöyle dedi; “Sende mi Taki?”

Çamlıca’ya cami yazılarını okurken, nedense aklıma Taki Doğan’ın yaptığı bu espri geldi.

Siz de mi demekten kendimi alamadım.

Çamlıca’ya muhteşem cami yazılarını yazan kalemlerin bazılarını çok uzun zamandır tanıdığımı söylemiştim. Tanımanın ötesinde bir dönem bazılarıyla, halen kimileriyle zamanımın büyük bir bölümünü geçirdim, geçiriyorum.

Ve çoğunun namaz kılmadığına da bizatihi şahidim. Şimdi birileri şu soruyu sorabilir. “Namaz kıldıklarını sana göstermek zorundalar mı?”

Bu soruyu sormak elbet de hak.

Tanıyanlar bilirler. Kitabın ortasından konuşmayı severim. Bu arkadaşlarla görüşmemde, konu dine, siyasete geldiğinde, alevli tartışmanın ortasında tek bir soru sorarım.

Onu bunu boş verin de neden namaz kılmıyorsunuz? Bana bunu anlatın.”

Çoğu susmayı tercih eder. Verecek cevapları olmaz. Bazıları ise pişkince şu cümleyi kullanırlar. “Evet kılmıyoruz, bu eksikliğimiz ama mücadele ediyoruz.”

Diyeceğim şu ki, namaz kılmadıklarını gördüğüm gibi söz ile de durumun şahidiyim.

Sözü uzatmadan söyleyeceğimi söyleyeyim.

Bir ara “dindar gençlik” söylemi de moda olmuştu bu ülkede.

Muhafazakâr kesimi, özellikle AK Parti’yi ve teşkilatlarını çok iyi bildiğimi düşünüyorum. Son beş yılımın büyük bir bölümü de bu arkadaşlarla geçti.

Ve gördüğüm manzara şu; Hiç de küçümsenmeyecek bir bölümü namaz kılmazlar. Demem o ki namaz kılmazlar ama cami yapılmasını hararetle savunurlar.

Bu sözlerime itirazı olanlar, muhafazakâr kesimin gittiği kafelerde bir günlerini geçirebilirler. Fatih, Başakşehir, Tophane ve daha yüzlerce mekânda nargile içip, vakitlerinin büyük bir bölümünü boşa harcayan, dini tartışan ama yanı başlarındaki camiye gitmeyenlere şahit olurlar. Ezana karşı ise saygılıdırlar. Ezan okununca, şöyle bir toparlanırlar. Bu onlara yeter.

Çamlıca’ya cami yapılacakmış.

Siz camiyi falan boş verin de önce kendinize bakın.

İçini doldurmadıktan sonra neyleyim ben namazsız şahane dev camiyi.

Ve son sözüm de dindar kesime şudur: Dünyaya kurtarmak adına çok önemli işler yapabilirsiniz. Eğer mücadelenizde bir vakit namazınızı kaçırıyorsanız, boş verin yaptığınız işleri. Yaptığınızın hiçbir hükmü ve kıymeti yok.

(Mehmet Baransu, Temmuz 2012

Kalın Hortumun Ucu

Siyaset ve Şans

Ölüm haberlerinin ardı arkası kesilmiyor. Afyon’daki cephanelik patlamasında 25 asker şehit oldu. İzmir’de ise Batı’ya kaçmaya çalışan Suriyeli, Filistinli, Iraklı aileleri taşıyan teknenin batması sonucu çoğu çocuk 50’den fazla kişi yaşamını yitirdi. Bunca talihsizliği yorumlamak için 2012’nin Maya takvimine göre Kıyamet yılı olduğunu mu hatırlatmalıyız; yoksa şans denilen olgunun “sonsuz”a dek iktidardan yana olmadığını belirtmekle mi yetinmeliyiz?


 

Afyonkarahisar’daki askeri mühimmat deposunda patlama meydana geldi. Genelkurmay Başkanlığı patlamada 2′si astsubay, 2′si uzman, 21′i er 25 askerin şehit olduğunu. 4′ü asker 8 kişinin de ağır yaralandığını açıkladı. İnsan değerinin sudan ucuz olmasından gerek; Orman ve Su İşleri Bakanı Veysel Eroğlu, patlamanın iş kazasından kaynaklandığını bildirdi. (6 Eylül 2012)

AKP bu açıdan hayli şanslıydı. Daha kurulmadan rüzgarlar partinin yelkenini doldurmaya başlamıştı. Marmara depremi, Ecevit’in rahatsızlığı, 11 Eylül’de İkiz Kuleler’in vurulması. Toplum Tayyip Bey’in şansına da inanıyordu; İstanbul’a belediye başkanı olduktan sonra Amazon bereketi gelmiş, susuzluk son bulmuştu. Siyasetçiler açısından aksiliğin tavan yaptığı dönemler vardır: Özal’dan sonra 1991’de iktidara gelen Demirel’in vaat ettiği pembe Türkiye tablosu üst üste felaketlerle karardı. Diyarbakır meydanında “Kürt realitesini tanıyoruz” diye işe başlamıştı. 1993’te Özal’ın ölümüyle Çankaya’ya çıkarken Güneydoğu savaş alanına dönmüştü. Koalisyon ortağı İnönü de aynı ölçüde şanssızdı. “Madımak katliamı”, “Uğur Mumcu suikastı” yaşandı. Çığ düştü, askerler kar altında kaldılar. Erzincan depreminde yıkılan vilayet binasından Demirel’in müteahhitlik belgesi çıkmıştı.

AKP’nin de şansı döndü! 2012’ye Aralık sonundaki “Uludere bombalaması” ile girildi. Bir sabah uyandığımızda F-16 uçaklarının sivil köylüleri bombaladığını öğrendik. Çoğu kaçakçılık yapan gençlerdi. “Yanlış istihbarat” sonucu terörist diye bombalandılar. Uludere’yi Suriye’de düşürülen F-4 savaş uçağı izledi. Amerikan Nautilus gemisi olmasa şehit pilotlar Akdeniz’in derinliklerinde yatıyor olacaklardı. Afyon’daki cephanelik patlaması da kuşkulu sorular içeriyor. Gece kayıp denilen askerlerin tamamının hayatını yitirdiğini açıklamak için günün ağarması gerekti. Acı sonuç, 25 şehit. Gece vakti onca bombanın arasında 25 asker ne yapıyordu? Böyle şeylerin Afganistan’da, Pakistan’da da olduğunu söylemek yeterli mi? Kaza mı, sabotaj mı? Terör mü? Uludere’ye minibüsle götürülen askerlerden 10’unun kaza sonucu uçurumdan yuvarlanarak öldüklerini anımsayalım. Foça ve Gaziantep katliamları. Ve artan Suriye tedirginliği. İktidar kendi hatalarının yanı sıra şans faktörünü de kaybetmiş gözüküyor. AKP yerel seçimleri 2013’e çekiyor; henüz vakit varken “Maya takvimini” gözeterek 2012 kapanmadan yapsalar çok daha akılcı olur. Bunca felaketten sonra yenilerini beklemek “kehanet” sayılmamalı. Sadece astronomi değil tarih de bize Osmanlı’nın yükseliş, duraklama ve düşüş dönemlerini öğretmişti

Halk Darbesi

Türkiye’de kurulmuş ve iktidara gelmiş bütün siyasi partilerin bir askeri darbe sonrası kurulup yeşerdiğini görelim:

  • CHP – 1923 darbesi
  • AP – 1960 darbesi
  • MSP – 1970 darbesi
  • ANAP – 1980 darbesi
  • AK Parti – 28 Şubat darbesi

Çok partili düzene geçişten sonra kurulan Demokrat Parti’nin bu kurala uymadığı ifade edilebilir. Ama Demokrat Parti de bizzat tek parti düzenine karşı halkın bir darbesidir. Demek ki halk her darbeden sonra kurulan partileri iktidara getirerek darbe istemediğini gösteriyor

TTNET’den Gizli Şeytan Reklamı

İnsan beyni inanılmaz kapasitede bir organımız. Neredeyse sınırsız diyebeleceğimiz bu mükemmel organ gözlerimiz, kulaklarımız, burnumuz ve ellerimiz vasıtası ile kendine iletilen verileri en ince detaylarına kadar kaydediyor. Beynimizin bu kaynakları içinde en büyük payı gözümüz alıyor. Kör olduğumuzda ise kulaklarımız. Biz göz kısmını inceleyelim.

Bir resme baktığımızda detayları farketmesekte beynimiz o resmi tüm detayları ile kaydediyor. Ancak çok dikkatli bakıp beynimizden detayları istediğimizde veriyor bu detayları. Aynı şekilde bir film izlediğimizde film kareleri hızlı şekilde geçip akıcı bir hal aldığında detayları göremiyoruz. Ancak beynimiz tüm detayları kaydediyor. İşte Subliminal Mesajda burda devreye giriyor. Bizim farketmediğimiz detayları kaydederek gördüklerine göre bizi yönlendiriyor. Kişiliğimiz, kültürümüz, inançlarımız bu subliminal mesaj dolduruşları ile geri planda kalıyor. Bunu hayatımızın her safhasında yaşıyoruz. Özellikle çocuklarımız buna daha aşırı maruz kalıyor. Yeni kişiliği oluşan bireyler subliminal mesaj sahiblerinin istedikleri şekilde yetişiyor. Subliminal Mesajların en çok kullanılanları:

  • Dijital ses dosyalarına gizlenen işitsel yolları.
  • Gözle algılanamayacak kadar kısa süreyle ve sık patlayan flaşlar şeklinde sinema ya da televizyon görüntüsü yoluyla şuuraltına itilen 25. kareler.
  • Reklam afişleri, logoları ve benzeri nitelikteki görsel malzemenin içine saklanmış şekil, kelime ve rakamlar.

TTNET Reklamında Subliminal Mesaj

Şu televizyonda dönen Ttnet’in reklamlarında bir ayrıntı gözümüze ilişti. Onu sizinle paylaşmak istiyoruz. Öncelikle reklam videosunu bir izleyelim. Burada Şener Şen’in başındaki şapkadaki desene bir göz atalım. İbranice alfabesini incelerken bu şapkadaki desenle benzer birşey buluyoruz


Bazı inanç gruplarınca, İbrani (Yahudi) alfabesine dayanarak,

şeytanın rakamı olduğuna inanılan 666,

yabancılara satılan TTNET  reklamında açıkça empoze ediliyor.

İngiliz cep telefonu şirketi olan Vodafone logosunda gizlenmiş toplan 3 tane 6 rakamı pek tesadüf olmasa gerek!

Yine Penguen karikatür dergisinden Bahadır Baruter imzalı karikatürde ise, duvardaki yazıya ve

cami lambalarının ahlaksız şekline dikkat edilirse gizli şeytanlar görülecektir


Sonuç olarak, reklamlarda kullanılan gizli mesaj teknikleriyle ahlaksızlığın empoze edilmesi, bilhassa gençler için zararlı sonuçlar doğuracağı şüphesizdir. Ancak alenen sergilenen ahlaksızlıkları ve dinsizlik propagandalarını halkın isteyerek ve beğeniyle izlemesi ise dahi vahimdir.

Nefis Varken Şeytana Ne Gerek Var?

İnsanın tabiatında nefis gibi dehşetli bir şeytan var iken, şeytan ayrıca niçin yaratılmıştır? Nefis şeytanı imtihan için kafi gelmemekte midir?

Değerli kardeşimiz; İmtihanın bir gereği olarak insanda hem iyi hem de kötü kabiliyetler var edilmiştir. Bir toprağa ekilen tohumların neşvü nema bulmaları için, sulamak, çapalamak, güneşlendirmek, havalandırmak gibi dışarıdan yapılan bir muameleye mazhar olması gerekir. İnsanın âdil bir imtihana tabi olması için kendisinde var edilen hayır ve şer kabiliyetleri var edilmiştir. Çekirdek halindeki bir iyilik kabiliyeti için dışarıdan etkin bir şekilde bir kuvve-i melekiyenin ilhamlarına ihtiyaç vardır ki, o iyi kabiliyetler neşvunema bulsun etkin hale gelsin. Nefiste de var olan kötü duygular birer çekirdek halindedir. Bu nüve halindeki kötü kabiliyetlerin inkişaf etmesi için dışarıdan bir etkinin de olması gerekir. Şeytan bu kötü kabiliyetlerin aktif hale gelmesini sağlayan bir dış etkendir.

Ayrıca, insanın kendi nefs-i emmaresini düşman telakki edip ona kulak vermemesi oldukça zordur. Çünkü nefis dahili bir düşman olduğu için zararı çok olmakla beraber, kişinin onu her zaman fark etmesi, arzularını geri çevirmesi kolay değildir. Fakat şeytan harici bir düşman olduğu için onu tam bir düşman olarak görüp her zaman ona karşı uyanık olması daha kolaydır.

Bununla beraber, nefis İslamî terbiye ile emmare mertebesinden levvame, mutmainne, radiye, mardiye mertebesine çıkması söz konusudur. Halbuki imtihanın hayat boyu devam etmesi gerekir. Evliyaların nefsini terbiye ile öldürüp bu saydığımız mertebelere getirdikleri zaman, hayatları tam bir melek gibi basitlik, kötülüğü düşünmeyen bir durumu arz etmemesi için, onun görevi bir yandan âsaba/sinirlere devri söz konusu olduğu gibi, diğer yandan şeytanın varlığıyla da bu imtihanın son nefeslere kadar temin edilmesi söz konusudur.

Şeytan ile nefsin buluştuğu zemini temin eden ise kuvve-i vahimedir ki, değişik evham bulutlarıyla insanın düşünce semasını karanlık vesveselerle kaplayıp hakikat ışıklarının görülmesine engel olur. Bu konuya ışık tutan Bediüzzaman hazretlerinin aşağıdaki sözleri de manidardır: Meselâ: Nasıl ki insanda kuvve-i hâfızanın vücudu, âlemde Levh-i Mahfuz’un vücuduna kat’î delildir. Öyle de: İnsanda kalbin bir köşesinde lümme-i şeytaniye denilen bir âlet-i vesvese ve kuvve-i vâhimenin telkinatıyla konuşan bir şeytanî lisan ve ifsad edilen kuvve-i vâhime küçük bir şeytan hükmüne geçtiğini ve sahiplerinin ihtiyarına(iradelerine) zıd ve arzusuna muhalif hareket ettiklerini hissen ve hadsen herkes nefsinde görmesi, âlemde büyük şeytanların vücuduna kat’î bir delildir. Ve bu lümme-i şeytaniye ve şu kuvve-i vâhime, bir kulak ve bir dil olduklarından, ona üfleyen ve bunu konuşturan haricî bir şahs-ı şerirenin vücudunu ihsas ederler

Dövmelik Kadın