Ciddi Bir Bayanla Evlenmek istiyorum

Foto 1 is basvurusu yap Foto 3 Foto 4 Foto 5 Foto 6 Foto 7 Foto 8 Foto 9 Foto 10 Foto 11 Foto 12 Foto 13 Foto 14 Foto 15 Foto 16 Foto 17 Foto 18 Asti-Turizm  Farsca Evlilik ilanlarim is ilanlarim Turk Starlar Yerli Arabamiz Fenerbahce  Kahve Fali Havaalanlarimiz Antik Kentler Turizm Tanitim Sehitlerimiz  iletisim Bilgilerim Turkiye Turu Dugun Gelenekleri TBMM Kpss Test Kpss Test 2 Gezici Rehber Gezici Rehber 2 VOLKSWAGEN 1303 Anadol STC Teror Memur Haberleri Web Sayfasi Yapilir Kaybolan Meslekler Alocular Dikkat Twitter Takipci Nosalji Anilar Marka Hikayeleri Kangal  Evlenmek istiyorum Troleybus Gida Teroru Ek Gelir israil Boykot Yerel Medya Otel ik Siyaset Edebsizlik Derin Haber Yolsuzluk Aile Askerlik-Sehitlik Hz Muhammed Gundem evlilik programlari Baskent Sehirlerarasi Firmalar



NOSTALJİK NOTLAR - 1960'LAR, 1970’LER, 1980’LER HAKKINDA BİLGİLER

Ne güzel cahildik!..


Dışarıda kar...
Ama kuzine içten içe öyle yanıyor ki.
Kuzinenin üzerinde demir maşa... Maşanın üzerinde de ekmek dilimleri.
Aydınlık bir kış sabahı ve kızarmış ekmek kokusu...
Sucuk lükstü. Yumurta lezzetli. Ekmek her zaman ekmek gibi...
Bir kez olsun kümesten yumurta almamış, bir kez olsun o kızarmış ekmeğin kokusunu duymamış ve fakat alışveriş merkezlerinin restoran katlarında, boğucu bir gürültü ve havasızlık içinde hamburger keyfine fit olmuş çocuklar ve gençler için ben ne kadar yaşlıyım?
***
Dışarıda kar...
İçeride kanaat...
İçeride huzur.
O beyaz örtünün gelişi sürpriz olurdu. Şimdiki gibi üç günlük hava tahmini, kar yağışı için dakikalı randevu falan yoktu. (Meteoroloji tutturamadığı zaman o kadar seviniyorum ki...)
Krize de girmezdik.
İran’ı hiç takmazdık.
Yakacak bir şeyler olurdu her zaman.
Ve kuzine hem ısıtır hem de pişirirdi...
Bize kalan kışın ve karın tadını çıkarmaktı...
Mumumuz, gaz lambamız vardı.
***
Televizyon yoktu. Gazete de her zaman olmazdı. Öyle güzel cahildik ki, keyfimiz bozulmazdı hiç!
Portakal kabuklarını sobanın üzerine dizer, kokusuna râm olurduk.
Kestane közlemek büsbütün bir gecenin akıllara seza mutluluğuydu. Sonra illa ki, büyüklerin anlattığı hikâyeler, hatıralar...
Birçoğu arızalı ve tedaviye muhtaç beyinlerden çıkma dizilerin ve filmlerin açtığı hasarlar yerine, geniş ve besleyici bir masal dünyası...
***
Lezzet bir tarafa, kokuya da hasret kalacağımız kimin aklına gelirdi?
Ekmeklerimiz el değerek üretilirdi, sağlıklıydı, lezzetliydi ve mis gibi kokardı.
Çay da kokardı...
Domates de...
Bütün bu nefasete, küçücük bir bakkal dükkânının zenginliği yetiyordu.
***
Dışarıda kar...
İçeride huzur...
Türban krizi, doğal gazın kesilme korkusu, yolda kalma telaşı, rejim tehlikesi...
Kimin umurunda...
Ne güzel cahildik.
Mutluluğun resmini çiziyorduk...
***
"Önce ekmekler bozuldu, sonra her şey.."
demişti Oktay Akbal...
Yaşadığımız sefaleti bundan daha güzel anlatacak bir söz olabilir mi?..
“Önce ekmekler bozuldu!”
Sonra?
Domatesin, maydanozun kokusu bozuldu..
Dostluklar, arkadaşlıklar, ahbaplıklar, akrabalıklar bozuldu.
Huyumuz bozuldu, suyumuz bozuldu.
Kişiliğimiz bozuldu!
Sonra?
Mimarimiz bozuldu, şehirlerimiz bozuldu.
Artık, bastın mı, “elektronik karga sesi” çıkaran “kapı zilleri”miz var!
Balkon demirleri süslü, kiremit çatılı; ahşap kapıları tokmakla çalınan, güzelim evlerimizi birer birer yok edip, yerine kişiliksiz beton yığınları diktik!
Sonra?
Denizin kokusu, havanın kokusu bozuldu.
Gökyüzünün rengi bozuldu.
Etimiz bozuldu, sütümüz bozuldu.
Komşuluk ilişkilerimiz bozuldu!..
Önce müzik zevkimiz, sonra bütün zevklerimiz bozuldu!
Artık evlerimizde ahşap mobilya kullanmıyoruz.
Elbise dolabımız “sunta”, koltuğumuz “plastik”!..
Porselen tabaklarımız da yok artık.
Önce melamin’e, plastik’e döndük, sonra cam’a!
Dolmakalem yok artık.
Önce tükenmez’e döndük, şimdi ise “pirintır”a!..
Postacı, “üzeri elyazılı zarf” değil, “print edilmiş fatura” vermek için çalıyor kapımızı!
Yılbaşı kartları, bayram tebrikleri de satılmıyor artık postane önlerinde.
Birbirimizin yeni yılını, bayramını, “biiip bip”le kutluyoruz!
Siyah-beyaz fotoğraf da yok artık.
Önce renkli’ye döndük, sonra dijital’e!
“Bak bi şuraya!..” diyip, “cep”imizden fotoğraf çekiyoruz!
“Elektriğe” fotoğraf kaydediyoruz,“suya yazı yazar” gibi! Sonra unutup, siliyoruz, gidiyor.
Albüm kalmadı!
Ne hayat ama!..
Herkesin artık nasıl, bir “vatandaşlık numarası” varsa, müptelası olduğu bir de “tv dizisi” var.
Tv’lerde her gün 12 saat; cırlayan, sonra göbek atmak için ara veren, ve sonra
tekrar cırlayan, hanımefendileri ise “zevkle” izliyoruz!
“Modern toplum” olduk biz!
Süpermarketlerin ilaçlı, ambalajlı, “özenle hazırlanmış gıda”larını tüketiyoruz artık..
“Ev yemeği” diye bir şey kalmadı!
Ev turşusu, ev reçeli, ev sucuğu.. da kalmadı.
Kahvaltımız tost, öğle yemeğimiz ise hamburger!
Onsekizin altındakilerin yarısı, kuru fasulyenin tadını bilmiyor!..
Ne hayat ama!..
Şimdi kaldırımlarda, çarpışarak yürüyoruz artık!
"Acelemiz var bizim" çünkü, ondan!..
Otomobil sayısı, insan sayısına yaklaştı.
Şehrin gürültüsü, sabaha kadar aralıksız sürüyor.
Gürültü çıkarmadan yaşayamaz olduk artık.
Gürültümüzden şikayet eden komşumuzu ise, “pompalı” ile vurup “susturuyoruz” zaten!
“Ne oluyor bize?” diyen yok.
“Nedir bu delicesine koşturma! Yavaşlayın! Yavaşlayalım!..” diyen de yok.
İşte “nostaljiler.com”un yayın amacı bu!
“Ne oluyor bize?..” diyenlerin buluşacağı bir ortam oluşturmayı amaçladık.
Ve ne acıdır ki, bu derdimizi bile artık, yalnızca “dijital ortamlarda” paylaşabiliyoruz!
Kağıt kalmadı..
Kalem kalmadı..
Dergi kalmadı..
Matbaa artık yok!..


1. AÇIK BİSKÜVİLER: Mahalle bakkallarında şimdiki gibi paketlenmiş bisküviler yoktu ya da lüks sınıfına giren birkaç marka da pahalı olduğundan pek tutulmazdı. Hemen her bakkal dükkânının giriş kapısının yanında ortalama 30X30X30 ebatlarında teneke bisküvi kutuları düzenli bir şekilde üstüste oturtulmuş halde dururdu. Bunların ön kısmında camlı bir kapakları olurdu. Kapak, içindeki bisküvilerin bayatlamaması için sürekli kapalı olur, camdan içinde hangi tür bisküvi olduğu görülürdü. Bu kutular, içindekilerin herhangi bir kazaya kurban gitmemesi için zeminden 30 derece kadar yukarı bakacak şekilde meyilli konulurdu. İstenen tür bisküvi, bakkal tarafından kâğıttan bir kesekâğıdına doldurulup tartılarak müşteriye verilirdi. En bilinen markalar ise; Ülker, Eti ve Besler’di.


2. ARAP SABUNU: Deterjanların günümüzdeki gibi yoğun bir biçimde henüz günlük hayata girmediği yıllarda, temizlik işlerinde çoğunlukla arap sabunu ya da beyaz kalıp sabunlar kullanılırdı. Kalıp sabuna nazaran temizleme kabiliyeti daha yüksek olan “arap sabunları” bakkallarda, kesif kokusundan dolayı dükkânın genellikle dışına konulan bir tenekenin içinde muhafaza edilirler, bakkal tarafından metal bir kaşık yardımıyla, naylon torbanın içine doldurulduktan sonra tartılarak satılırlardı. Görüntüleri itibarıyla ağdalı-sümüksü kıvamlarından, sarı renklerinden ve kendilerine has oldukça itici kokularından beklenmeyen temizleme özellikleri, onların bulaşık hariç hemen her yerde kullanılmalarına neden olurdu. Yerlerin, merdivenlerin, muşambaların, çamaşırların arıtılması işlemlerinde kadınların en büyük yardımcısı olan arap sabunları, artık günümüzde iyice gözden düştüler. Bu sabunları satan bakkal da kalmadı.


3. AYI OYNATICILAR: Çingenelerin tekelindeki bu meslek grubunda ekip, elinde tef ve uzunca bir sopa olan kavruk bir çingene ile, beline sardığı zincirin ucu, burnuna geçirilen halkaya takılmış bir ayıdan oluşmaktaydı. Daha çok turistik yerler ve sokak aralarında boy gösteren bu ikili ekibin gösterisi, tefi dokuz-sekizlik aksak bir ritmle çalarak şarkı söyleyen çingenenin, arada bir elindeki sopayla ayıyı dürtmesinden sonra hayvanın tempoya uygun hareketlerle zıplaması, sopaya tutunarak iki ayağının üzerinde dikilmesi ve bazen de yere yatarak bayılma numarası yapmasından oluşan ilginç bir şovdan ibaretti. En çok tutulan gösteri ise; “Kocaoğlan, hamamda karılar nasıl bayılır?” sorusunun ardından ayının bayılma numarası yapmasıydı. Gösteri bitince çingene kasketini çıkararak, etraflarında halka olan seyircilerden bahşiş toplardı. 1980’lerde ayı oynatmak kesinlikle yasaklandı. Hayvanlar toplanarak, Uludağ’da oluşturulan ayı yetiştirme ve rehabilitasyon merkezine götürüldüler.


4. AYŞEGÜL ÇOCUK KİTAPLARI: Fransız yapımı renkli ve resimli A4 ebatlarında, parlak kalın kâğıda baskılı çocuk kitapları vardı. İçindeki çizimler renkli fotoğraf kalitesinde ve güzelliğinde, hemen her türlü detay düşünülerek hazırlanmış, o günler için oldukça lüks sayılabilecek bu kitaplar, ortalama 16 sayfa civarındaydılar. Türkiye baskılarında Ayşegül adı verilmiş hayalî bir Fransız kız çocuğunun; evde, okulda, piknikte, tatilde, uçakta, köyde, tiyatroda, yaşgününde... şeklinde senaryolaştırılmış serî maceralarını anlatmaktaydı. Bu kızın Fındık adında kahverengi bir köpeği ve hiç de Türkiye şartlarıyla benzerlik taşımayan bir yaşam biçimi vardı. Ailecek bahçeli lüks bir köşkte otururlar, kilisenin bahçesinde oynarlar ve sık sık istakoz yiyip, uzak ülkelere tatile çıkarlardı.


5. BONCUKLU KASAP KAPILARI: Kasap dükkânlarının kapılarında, özellikle yaz aylarında kapıyı yere kadar tamamen örten, pervazın üzerine tutturulmuş dikey iplere dizili rengârenk boncuklardan oluşan, genellikle sinek benzeri uçucu haşeratın içeriye girmesini engelleyen siperlikler olurdu. İçeriye girmeniz için, bu boncukları ortalarından tutarak, uzun bir saçı at kuyruğu yapmak için toplar gibi bir elinizle tutup kenara itmeniz yeterli olurdu.

6. CİN ALİ ÇOCUK KİTAPLARI:
1970’lerde revaçta olan ilkokul çocuklarına yönelik “Cin Ali” adlı kare şeklinde 16 sayfadan oluşan, siyah-beyaz çok enteresan kitaplar vardı. Ali adlı çocuğun, belli bir seriyi takiben; okuldaki, piknikteki, denizdeki, müzedeki, törendeki, dişçideki ve hayvanat bahçesindeki müthiş heyecanlı (!) maceralarına yer veren kitaplardaki çizimler çöp çizgilerden oluşmaktaydı. Herşey ama herşey birkaç çizgiden ibaretti; evler, arabalar, insanlar, hayvanlar, eşyalar... Kollar ve bacaklar ve vücutlar çöpten ibaret olup herhangi bir organ ihtiva etmemekteydi. Kafalarsa bir yuvarlaktan müteşekkildi. Okuyan çocuğun resimleri kolayca taklit ederek çizebilmesine imkân vermek amacıyla düşünüldüğü muhtemeldi. Her çocuğun çantasında bu serinin en az 1-2 kitabı mevcuttu. 80’lerden itibaren çocuk kitapları sektöründeki hızlı gelişim, Cin Ali kitaplarının da sonu oldu.
Cin Ali, ilkokul öğrencilerine okumayı kolay öğretmek amacıyla geliştirilmiş 10 kitaplık hikaye serisinin kahramanıdır. Cin Ali, 1968 yılında ilkokul öğretmeni Rasim Kaygusuz tarafından yaratıldı. Çocuklar kolay çizebilsin diye çöp adam şeklinde tasarlandı. Cin Ali kitaplarının çizimlerini Selçuk Seğmen yapmıştır.
Cin Ali Serüvenleri adlı kitap dizisinde fişleri kullanarak okumayı heceleyerek öğrenme yerine tümdengelimci bir sistemle öğrenme esastır. Kitapların kahramanı Cin Ali; yaramaz, yerinde duramayan, sürekli sorguylayan, araştıran bir çocuktur. Başında sürekli bir kasket ile çizilen Cin Ali, giysili değildir; gövdesi bir çizgiden ibarettir. Cin Ali 1990'larda imaj değiştirdi ve papyonlu, kulağı çiçekli, siyah saçlı, belirgin yüzlü, fiyonklu ayakkabıları olan bir çocuk olarak resmedilmeye başladı. Bu yeni imajı Mustafa Delioğlu çizdi. "Çöp Adam, çocukların görsel sağlığına aykırıdır" iddiası üzerine böyle bir imaj değişikliğine gerek duyuldu.
Cin Ali kitapları 20 yıl boyunca İpek Matbaacılık tarafından basılmıştır. İpek Matbaacılık, Rasim Kaygusuz'un dostu Maraşlı Hacı Ali İpek tarafından işletilmekteydi. Cin Ali adının, matbaa sahibi Ali İpek'in Cin Ali lakabından esinlenerek kitabın kahramanına verildiği anlatılmaktadır.
Cin Ali kitaplarının yayım hakkı Rasim Kaygusuz'un 1988'deki ölümünün ardından arkadaşı ve Artım Yayınevi'nin sahibi Mustafa Torun'a bırakılmıştır.
Milli Eğitim Bakanlığı, Cin Ali serisini 2005'te okullardan kaldırmış


7. CİVCİV BESLEMEK: 80’li yıllarda moda olan trendlerden biri de evlerde civciv beslemekti. Pazarlarda ve hatta sokak aralarında satılan civcivlerden 3-5 adet satın alınır, bunlar yazın evlerin balkonlarında, kışınsa odanın içinde kuytu bir köşede, yanlarında birkaç havalandırma deliği açılıp zemini samanla döşenen bir ambalaj kutusunun içine konulur, kutunun üzerinden de içeriye ısıtma ve aydınlatma amaçlı, sürekli yanan bir ampul sarkıtılırdı. Hevesle başlanan bu bakım işi giderek tavsar, civcivler birer ikişer telef olmaya başlar, sonunda da yaşamayı başaran kalanları piliç mertebesine ulaşıp da, sürekli kutudan çıkmaya, eşyaların üzerinde uçmaya, etrafa tüy dökerek yerleri pisletmeye başladıklarında kesilip ailecek yenilirlerdi. Apartman dairelerinde kümes hayvanı beslemek gibi ekstrem girişimleri olan aileler için, bir gecelik ziyafet uğruna o zahmeti ve kokuyu aylarca çekebilmek ne derece çekiciydi, bilinmez...


8. YASSI DİKDÖRGEN PİLLER: Yaklaşık 5X5 santim ebatlarında kırmızı-beyaz renkli yassı piller vardı. “Berec”, “Ki-wi” gibi markalardaydılar. Bunlar daha çok el radyolarının arkalarına kayışla sabitlenirlerdi. 4.5 volttular. Artı kutuplarının olduğu yerlerde teneke iki adet kulakçıkları olurdu. Çok pratik ve kullanışlı olan yassı piller 80’lerin sonunda piyasadan silindiler.
9. YÜNDEN ASTRONOT BAŞLIKLARI: Aya ilk insanın ayak bastığı 1969 yılından sonra, astronot başlıklarından esinlenerek moda olan çocuk başlıkları vardı. Hemen her çocuğun en az bir adet yünden astronot başlığı olup, bunlar çeşitli renklerde ve genelde -astronotlarda olsa oldukça komik kaçacağı kesin- tepelerinde birer ponpon ihtiva ederlerdi. Tek parçadan müteşekkil bu teknolojik(!) koruyucuların ön kısmındaki açık bölümünden, giyen çocuğun gözleri ve burnu gözükürdü. Ağız kısmını tamamıyla örttüğünden dolayı, ayrıca kaşkol sarılmasına gerek kalmazdı. Başlık kafaya sıkıca yapıştığından, çıkarıldıklarında saçlar ıpıslak ve şekilsiz görünümlerini bir süre korurlardı.


10. ÇOCUK ZAPTETME KAYIŞLARI: Küçük çocukların yolda yürürken sağa-sola ani hareketlerle koşarak herhangi bir kazaya uğramalarını önlemek, bir nevî dizginlemek için kayışlar icat edilmişti. Bebek mağazalarında satılan bu deri kayışlar, yumurcağın omuzları ve koltukaltlarından dolanarak bağlanırlardı. Yaklaşık 1 metre uzunluğundaki kayışın ucu da ebeveynin elinde olurdu. Çocuk, kayış yardımıyla sık sık frenlenirdi. Anne-babalar da hem çocuğu kucakta taşımak zahmetinden kurtulurlar, hem de güvenli bir şekilde çocuğu bir ölçüde serbest bırakırlardı. Görüntü olarak gerçekten de itici olan bu uygulama, 80’lerde tamamen yok oldu.



11. ÇORAPTAN ÖRGÜ PASPASLAR: Özellikle 70’lerde moda olan bu paspaslar, hamarat evkadınları tarafından, kaçtıkları için giyilemeyecek durumdaki kadın çoraplarının malzeme olarak kullanıldığı, kalın şişlerle örülen ev eşyalarıydılar. Kapı önlerine ve evin muhtelif yerlerine serilirler ve kışın da yerin soğuğunu oldukça önlerlerdi. Hem eski çoraplar değerlendirilir, hem de bedavaya paspas sahibi olunurdu. Bu parlak fikir, 80’lerden sonra tüketim toplumu tarafından avam kabul edilerek, kaçmış çoraplar direkt çöp kutusuna atıldılar.



12. CUMARTESİ EĞİTİM-ÖĞRETİM: İlk ve ortaokullar, 1974 yılına kadar Cumartesi günleri de öğrenime devam ettiler. Cumartesileri diğer günler gibi tam değil yarım gün kabul edilirdi. Bu yüzden öğretim iki saatti. İlk ders 1 saat sürer, sonra on dakika teneffüs olur, ardından da 40 dakikalık ikinci ders yapılır ve bahçede hep bir ağızdan İstiklal Marşı okunduktan sonra birbuçuk günlük hafta sonu tatiline girilirdi. Bu uygulama 1974-75 öğretim yılından itibaren kaldırılarak, Cumartesi günü tam gün tatil kabul edildi.



13. DALYANLAR: Boğaziçi’nde ve Marmara kıyılarında 60’larda yoğun olarak, 70’lerde de azalarak kurulan dalyanlar vardı. Kıyıya yakın sığca kesimlerde denizin dibine ağaç kazıklar çakılarak bunların arasına geniş ve hacimli balık ağları gerilirdi. Balık sürüleri geçerken bir ucu torba gibi açık olan dalyan ağlarından içeri girerler, bir süre sonra da dalyanın ağzı kapatılarak içindeki balıklar kıyıya çekilirdi. Dalyan tahtalarının birinde dalyan gözcüsü sürekli nöbet beklerdi. Görevi ağa balık sürüsü girince, tuzağın ağzını kapatmaktı. En meşhur dalyanlar Boğaz’da akıntının yoğun olduğu noktalarda kurulu olan Kavaklar, Sarıyer, Beykoz, Çubuklu ve Salacak ile Marmara kıyılarında Yenikapı ve Bakırköy dalyanlarıydı. 80’lerde balık türlerinin ve sayılarının İstanbul sularında giderek azalması sonucu dalyanlarda birer ikişer tarihin derinliklerine gömüldüler.



14. DEVAM SA:3 SÜ:5’DE: 80’lerin sonlarına dek gazetelerin ilk sayfalarında yer alan haberler, şimdiki gibi özet olarak sunulmaz, direkt konuya girilerek makale tarzında anlatılmaya başlanırdı. Kendine ayrılan yerin sonuna gelindiğinde de, haber nerede kaldıysa (çoğu zaman cümlenin ve hatta kelimenin ortasında) kesilir, altındaki satıra da koyu harflerle; “devamı sa:3 sü:5’de” gibi ilginç bir ibare konulurdu. Yani bu açıklama, haberin orada bitmediğini ve devamının, gazetenin üçüncü sayfasının beşinci sütununda olduğunu belirtmeye yarardı. Artık günümüzde ilk sayfada kısa bir özetin altına; “devamı 3’de” gibi ibareler konulmakta ve adı geçen iç sayfada haber bir bütün olarak en başından sunulmaktadır.



15. KOYUN POSTUNDAN YAYGILAR: 70’li yıllar denenmemişlerin denendiği yıllar olduğundan dolayı, o yıllarda evlerde enteresan bir yenilik daha yerini aldı; “koyun postundan yaygılar”... Çoğunlukla kurban bayramını müteakip, kesilen hayvanın postu biraz alacalı ya da bol tüylüyse, herhangi bir hayır kurumuna verilmek yerine özel birtakım işlemlerden geçirilerek yıkatılıp temizletildikten sonra, kokuları olabildiğince giderilir, alt kısımları tabaklatılır, tüyleri parlatılarak yumuşatılır ve de daire kapısının girişi ya da misafir odasının ortası gibi evin en görünen bir yerine yayılırdı. Postlar bunca işlemden geçtikten sonra deforme olup pelte gibi iyice kendilerini saldıkları için, görenlerde, üzerinden tır ya da silindir geçtikten sonra dümdüz bir vaziyette odanın ortasına yapışmış ölü bir kuzu intibaı uyandıran bu yaygılar, üzerlerine basıldığında muşambanın veya taşın üzerinde kolaylıkla kayarak, basanları sık sık düşürme özelliğine de sahiptiler. 80’lerden sonra insanlar bu yanlıştan döndüler ve evlerine normal kilimler ve halılar sermeye başladılar.



16. EGZOST BORUSU ÇIKARTILMIŞ OTOMOBİLLER: 1970’lerde ve 80’lerin sonlarına kadar, özellikle gençler arasında Murat-124 marka otomobillerin egzost boruları çıkartılarak sokak aralarında hızla dolaşma modası vardı. Egzost borusu olmayan otomobil çok kuvvetli bir mide-bağırsak gurultusu ile aşırı zorlanarak yellenme sesi arası bir gürültü çıkarırdı. Bu otomobillerin koltukları çoğunlukla koyun postuyla kaplanmış olur ve tavanıyla arka camların iç kısımlarına ağırlıklı olarak mor ya da kırmızı ince lambalar monte edilmiş olurdu. Pioneer marka kasetli teyplerinde sürekli Orhan Gencebay ya da Ferdi Tayfur çalardı. Ön ve arka çamurluklar ise özel kaplama olurdu. Ön camın içine olabilen herşey süs eşyası olarak asılı dururdu. Camın arkasında da o yıllarda moda olan ve çoğu arabada birer tane bulunan, arabanın hareketiyle birlikte kafası sağa-sola titreşen oyuncak bir de köpek bulunurdu. Arabanın turlama esnasında çıkardığı bu enteresan sesin nereden geldiğini görmek için çoğu insanın evlerin pencerelerinden dışarı uzanmalarına yol açan Murat-124 marka otomobillerin 90’larda yollardan çekilmesiyle bu moda da rafa kalktı.

17. EL RADYOLARI: Avuçiçinden biraz daha büyük ve arkalarında mutlaka yassı bir pili olan, band aralığı dar ve parazitli, derinden gelen bir sese sahip, yanlarında uzayabilen antenleri olan radyolar, özellikle erkekler tarafından çok rağbet görürdü. Bilhassa Pazar günleri TRT’nin canlı yayınladığı lig maçları, kulaklara sıkıca yapıştırılan bu el radyolarından takip edilirdi. Halihazırda radyosu olmayan otomobillerde ve diğer araçlarda da torpidonun üzerindeki yerlerini alırlar ve yol boyunca açık olurlardı. Paraziti en aza indirmek için, dinleyenler sık sık yönlerini değiştirmek zorunda kalırlardı.

18. EV ŞEKLİNDE BİBLO BAROMETRELER: Çoğu evde teknik göstergelerinden çok süs amaçlı kullanılan barometrelerden vardı. Çoğunlukla ön tarafı iki kapılı, çatısı ve yanlarında pencereleri olan tahtadan bir ev şeklindeki biblonun kapılarından birinde şemsiyeli bir adam, diğerinde ise elinde çiçek demeti taşıyan bir kadın biblosu olurdu. Bunlar orta noktasından yere vidalanmış uzunca bir tahtanın iki ucuna sabitlenmiş figürlerdi. Evin üzerindeki barometrenin alçak ve yüksek basıncı göstermesine göre, uzun tahtaya bağlı bir düzenek yardımıyla figürlerin birinden biri evin dışına çıkarken, diğeri otomatikman içeri kaçardı. Şemsiyeli adam evin dışına çıktıysa havanın bozacağı, çiçekli kadın dışarı çıktıysa havanın güzel olacağı ima edilmekteydi. Günümüzde ise evlerde değil barometre, termometre dahi asılı değil.



19. MAKRAMELER: 70’li yılların sonunda başlayıp 80’li yılların ortalarında son bulan bir moda olarak ev hayatına giren makrameler, ev kadınları tarafından misafir odalarının pencerelerine ya da oda kapısının iki yanındaki pervazlara asılırlardı. Makrame; balık ağı formunda örülmüş renkli iplerin içine konulmuş bir çiçek saksısı, yine bu iplerin tepede birleşerek bir çengelde son bulduğu enteresan bir süs eşyasıydı. Daha çok dökümlü yaprakları olan çiçekler bunların içine yerleştirilir ve evin muhtelif yerlerine asılırlardı. Makramelerin alt kısımları ve taşıyıcı ipleri de dökümlü boncuklarla süslenirdi. Farklı şekillerde olup, havada sürekli sallanıp duran makramelerin modelleri, kadınlar tarafından kazak örneği alınır gibi birbirlerinden alınır-verilirdi. Kadın dergileri her hafta “Haydi hanımlar gelin, evde makrame yapalım!” gibi cezbedici (!) sloganlarla yapım ekleri yayınlarlardı. Bunların içine oturtulan çiçeği sulamak da biraz hüner işiydi. Çünkü gereğinden fazla dökülen su, bir süre sonra makramenin yüksek irtifadan yere doğru işemesine neden olur, etrafa sıçrayan topraklı necis sular, pek de hoş olmayan görüntülere sebebiyet verirdi. Ne akla hizmeten icat edildiği bilinmeyen makramelerin modası da 80’lerden sonra kalmadı.



20. MANDOLİN: 60’larda ve 70’lerde ilkokul çocuklarına çalmaları için zorla dayattırılan bu İtalyan çalgısı, nedense çocuklar tarafından pek sevilmezdi. Okullarda öğretici kurslar dahi açılır, bütün kırtasiyelerde, kapağında çalgı çalan bir kız ve bir erkek çocuğu resmi olan mandolin metod kitapları satılırdı. Aylarca süren bir kurs dönemi sonunda müzik kulakları pek de gelişmemiş, ancak ebeveynlerinin baskısına karşı gelememiş bu yeni yetmeler, okulun salonunda bir de konser verirlerdi. Repertuarları da, üç ile beş arasında değişen basit okul şarkılarından teşekkül ederdi. Doğru notayı çıkarması oldukça güç ve beceri isteyen, gerili 4 çift telden oluşan, penayla çalınan mandolinlerin bu üçgen penaları, tremolo (seri vuruş) esnasında hep kırılır, görev sağlam olan köşeye devredilir, her üç tarafı da kırılana kadar kullanılırdı. Kurs sona erdiğinde çocuklar tarafından genellikle arkaları çevrilerek darbuka olarak kullanılan (içleri boş olduğundan, vurulduğunda bayağı da güzel de ses çıkaran) ve normal yüzlerinden çalındığında sazla buzuki arası bir ses veren mandolinlerin ses perdeleri de oldukça geniş sayılırdı. 80’lerde okullarda blok flüt modası başgösterince mandolinler de tamamıyla gözden düştüler.



21. FACITLAR: 70’li ve 80’li yıllarda muhasebecilerin, özellikle de bakkal dükkânlarının değişmez elemanlarından olan “Facıt”ler, sağ yanında bir çevirme kolu ve üzerinde tuşlar olan enteresan hesap makineleriydiler. Bakkal, Facıt’ın tuşlarına bastıktan sonra, yanındaki kolu ileri-geri birkaç kez seslice çevirir, tekrar tuşlara basar, yeniden kolu çevirir ve bu işlemler zinciri, hesaplanacak tüm kalemler tamamlanana kadar sürüp giderdi. En son işlemden sonra üzerinden yazarkasa fişi gibi bir kâğıt çıkartırdı. Hesaplayan kişi bu fişe bakarak, alışverişin ederini söylerdi. Sadece toplama-çıkarma yapabilen ve günümüz koşullarında çok ilkel sayılabilecek olan Facıtlar, o dönemlerin pratik ve teknolojik aletlerindendiler.



22. GELİN ARABASI SÜSLERİ: 70’li yıllarda evlenme törenleri başından sonuna kadar, zengininden fakirine kadar olabildiğince şaşaalı kutlanması gerektiğine inanılan törenlerdendi. Bu yüzden gelin arabalarının hemen her yeri (kapı tutacaklarından, sileceklerine, çamurluklarından ön kaputun üzerine kadar) süslenmeye çalışılırdı. Gelin arabalarının olmazsa olmaz başlıca süsü ise, otomobilin ön kaputunun ön ortasına oturtulan, gelinlik giydirilmiş oyuncak bir kız bebekti. Aracın ön kapılarıyla ön camı arasına sıkıştırılmış rengârenk iki kurdela iki taraftan üçgen oluşturacak şekilde gerilir ve oyuncak bebeğin bacaklarının arasında sabitlenirdi. Gelin arabasının -şanından olsa gerek-, nikâh törenine gidiş ve gelişinde aşırı sürat yapmasından ötürü, kaputun üzerindeki bebek çoğunlukla yolda savrularak düşer ya da oluşan rüzgârdan yamulur, eciş-bücüş olurdu.



23. HİPPİLER: 1968 yılında dünyada esen serbestlik rüzgârının yansımaları olan “Hippiler (Hippy)”, 70’lerde uzakdoğu orijinli dünya gezilerine çıkmaya başladılar ve Hindistan, Nepal, Katmandu gibi Budizm ağırlıklı yerlere ulaşmak için rotalarını genelde Türkiye üzerinden çizdiler. Kendilerine “Çiçek çocukları”, “Barış elçileri” gibi enteresan isimler veren Batı Avrupa’nın ve Kuzey Amerika’nın işsiz, parasız entel gençleri, volkswagen marka minibüslere doluşarak İstanbul’a geldiler ve uzun yıllar Sultanahmet’i kendilerine buluşma yeri seçerek, burada ucuza konaklamaya başladılar. Uyuşturucu ağırlıklı bir yaşam tarzı süren ve garip giysiler giyerek sürekli şarkı söyleyen, çalışmayan, üretmeyen bu akımın temsilcilerine tüm dünyada olduğu gibi bizde de Hippi denildiği gibi, İstanbul halkı tarafından kendilerine ikinci bir isim daha takıldı; “Bitli turist”... Sultanahmet semti de bundan nasibini aldı ve adı; “Bitli Sultanahmet” oldu uzun yıllar... Hippilik akımı 1980’lerin başında yokoluş sürecine girince, hippiler de İstanbul’u terketmeye başladılar.



24. KAĞIT KÜLAH FIRLATMA BORULARI: Çocukların, nalburlardan ortalama 30 santim uzunlukta kestirerek satın aldıkları gri renkli, sert plastik su boruları, 70’li ve 80’li yıllarda, onların hain emellerine alet olan bir silâh şeklinde kullanıldılar. Cephaneleri, defterlerinden kopardıkları dikdörtgen kâğıtlar olup, çocuklar bunları bellerindeki kemere tomar halinde tuttururlardı. Açık kalmış bir pencere gördüklerinde derhal bu tomardan bir kâğıt koparıp, ucu sivriltilmiş bir külâh haline getirerek borunun ucuna sokarlar ve ardından da nişan aldıkları istikamete doğru üflerlerdi. Külâh ok gibi borunun öbür ucundan fırlar ve pencereden içeriye hızla girerdi. Bu oyun, genelde yaz tatillerinde çocuklara müthiş zevk veren bir eğlence olmakla birlikte, onca işleri arasında misafir odalarını doldurmuş bu davetsiz misafirleri toplayarak imha etmek zorunda kalan ev kadınları için aynı şey söylenemezdi. İstanbul’un otuz dereceyi aşan bunaltıcı günlerinde kamışlı hain veletler uzaklaşana kadar mecburen camlar kapatılırdı. Bazen de çocuklar kendi aralarında gruplar oluşturarak birbirleriyle külâh savaşı yaparlardı. Daha azgınca olanları kâğıt külâhın sivri kısmının ucuna bir de toplu iğne sapladıkları için birtakım istenmeyen kazalar da meydana gelirdi.


25. LEBLEBİ TOZU: Mahalle bakkallarında “leblebi tozu” satılırdı. İşaret parmağı uzunluğunda ve kalınlığındaki şeffaf torbalara doldurulmuş şekerli leblebi tozları, çocuklar tarafından çok sevilen ve genelde yenmek üzere değil de, ağıza tümüyle doldurulduktan sonra karşındakine hızla püskürtülmek için satın alınan bir gıda maddesiydi. Eğer ağızda fazla tutulursa, boğaza fena halde kaçar ve uzun süre öksürtürdü. Boğulmak üzere olan çocuğunu farkeden telâşlı ebeveynler tarafından çocuk güzelce dövülür, leblebi tozunun kalan kısmı derhal çöpe atılırdı.


26. LÜTFEN SAYFAYI ÇEVİRİNİZ: Çoğu derginin sağ sayfalarının en altında; işaret parmağı ileriye doğru uzanmış küçük bir el işaretinin yanında, sayfayı çevirmemiz gerektiğini belirten uyarıcı (!) bir yazı olurdu. Yazının devamının nerede olduğunu bilemeyip bocalayabilecek zekâ düzeyindeki okuyucular baz alınarak hazırlanmış olması muhtemeldi. Kimi dergiler işi iyice abartır ve tüm sağ alt sayfalarına -istisnasız- bu uyarı yazısı ile işaret parmağını koyarlardı. Artık okuyucuların herhangi bir yardım görmeksizin sayfa çevirebilme yetenekleri geliştiğinden olsa gerek, günümüzde dergilerde ve gazetelerde bu tür ibareler konulma gereği hissedilmemektedir.


27. MIZIKALAR: 60’larda ve 70’lerde çocuklara alınan hediyelerin başında –her nedense- mızıka adı verilen müzik aletleri gelmekteydi. İnce uzun dikdörtgenler prizması şeklinde olup, uzun kenarlarından birinde üflendiğinde ses üretmeye yarayan, iki sıralı küçük karelerden oluşan delikleri olan bu acayip aleti hakkıyla çalabilen tek bir çocuğun dahi olmadığı, yapılan ısrarlı gözlemler sonucu görülmüştür. Dudaklar arasında hızla sağa-sola hoyratça çekilirken kuvvetlice deliklerine ileri-geri üflendiğinde, kapı gıcırtısına ya da kuyruğu kapıya sıkışmış kedi sesine benzer baydırıcı nağmeler üreten bu Amerikan kovboy çalgısının hediyelik eşya olma şanssızlığı 80’li yıllardan itibaren sona erdi.



28. MİNİBÜS MUAVİNLERİ: Minibüslerin idarî kadrosu, şoför ve yardımcısı olan “Muavin”lerden ibaretti. Bu şahısların görevi ücret toplamak ve yolculuk boyunca aracın kapısını yarım açıp kapıya asılarak çığırtkanlık yapmaktı. Aracın gideceği hemen tüm durakları bir çırpıda bağırarak sayan ve çoğunlukla yaşları 15-25 arası gençlerden oluşan muavinler, bellerine asılı deri para çantaları taşırlardı. Pratik ve hesapta becerikliydiler. Gözlerinden kaçan yolcu olmazdı. 1985’den sonra muavinler yasaklandı ve her minibüste sadece tek bir şoför olmasına karar verildi.


29. MOTOSİKLET KABİNLERİ: Motosikleti olanların yarısından çoğunun bir de kabini olurdu. Motorun sağ tarafına bağlanıp çıkarılabilen bu kabinler kapısız ve tek koltukluydular. Sadece sağ taraflarında tekerlekleri olurdu. Önlerinde rüzgâr kesici bombeli bir de camları vardı. Kabinin arkasında da küçük bir bagajları bulunurdu. İkinci Dünya Savaşı sırasında Nazi askerlerinin sıkça kullandığına filmlerde şahit olduğumuz bu dual araçlar, İstanbul’da genellikle motoru kullanan şahsın eşini ve çocuklarını taşıma görevi üstlenmişlerdi. Kabinin ağırlığından dolayı hızları yarıyarıya düşse de, dengeleri durdukları zaman da bozulmadığından dolayı, daha güvenli bir havaları vardı. Yağışlı havalarda üstleri tenteyle kapanabilen modelleri de vardı. Kimi kabinlerin koltukları çıkarılarak, içleri eşya ve malzeme taşıyacak şekle de getirilirdi.



30. MİSAFİR ODASI SARMAŞIKLARI: Evlerin oturma odalarında, evin hanımı tarafından, dalları pencere altlarını, pervaz kenarlarını, kirişleri, kısaca mekânı çepeçevre dolaşan sarmaşıklar yetiştirilirdi. Heybetli ve gösterişli bir saksıdan beslenen yeşil dallarına, kem gözlü misafir kadınlardan koruması maksadıyla, belli aralıklarla nazarlıklar da asılırdı. Odanın peyzajına yeşil rengi ve doğal görünümüyle pozitif katkıda bulunan bu sarmaşıkların yüzlerce yaprağına konan tozların teker teker silinmesi ev kadınlarını isyan ettirdiğinden olsa gerek, zamanla bu moda yok oldu ve küçük boy çiçeklere geri dönüldü.



31. AKŞAM GAZETELERİ: 60’lı ve 70’li yıllarda radyo yayınları kısıtlı olduğu ve televizyon da olmadığı için gazeteler çok önemliydi. Gündüz satılan gazetelere alternatif olarak akşama doğru 15-16’dan sonra “Akşam” gazetesi adıyla bazı gazeteler basılır ve gün içindeki önemli olaylar ertesi güne sarkmadan sıcağı sıcağına bu akşam gazetelerinde yer alırdı. Dağıtımları daha çok vapur iskelelerinde, otobüs duraklarında ve tren istasyonlarında olur ve iş dağılış saatlerine denk getirilirdi. Böylece meraklısına 12 saatlik periyotlar halinde taze haber sunulurdu.



32. ARABA ÖRTÜLERİ: 70’lerde otomobil sahibi olmak biraz ayrıcalık addedildiğinden olsa gerek, araç sahipleri otolarına öz evlâtlarına bakar gibi bakarlar ve geceleri park ettikten sonra üzerlerini de küçük çocuğunun üzerini battaniyeyle örten şefkatli bir baba misali brandayla sıkıca örterlerdi. Böylece araç, gece yağan yağmurdan, sıçrayan çamurdan, dışarıdan gelebilecek taş veya darbelerden korunmuş olurdu. Bu yekpare brandalar oto yedek parçacılarında satılırdı. Aracın karoserine göre dizayn edilerek dikilmişlerdi. Genelde gri, bazen de mavi ve krem renklerde olurlardı. Araç bu brandayla tamamen paketlendikten sonra uçlarındaki ipler vasıtasıyla aracın altındaki muhtelif yerlere sıkıca bağlanarak sabitlenirlerdi ki, kimse onları açamasın, ya da rüzgârdan pot yapıp havalanıp uçmasınlar... Her gece paket yapıp sabah mahmurluğuyla bu devasa paketi açmak, günümüzde artık bayağı bir zahmetli geldiğinden dolayı artık kimse otomobillerini brandayla örtmemekte...

33. ÇATANALAR: Haliç’teki yük indirme-bindirme iskelelerine ve tersanelere malzeme götüren basık ve tek katlı, arkalarına yük taşımaları için ardarda mavnalar bağlanmış tren katarı gibi ilerleyen ilginç bir taşıma sistemi vardı. Mavnaları çeken ufak gemiye “Çatana” denirdi. Bu çatanaların bacaları ince ve uzundu. Galata ve Unkapanı Köprüleri’nin altından geçerlerken bacaları tam ortalarından çelik bir tel vasıtasıyla gerilerek çekilir ve baca yaklaşık 75 derece kadar kırılarak arkaya yatardı. Köprünün altından geçince tekrar makara gevşetilir ve baca yerine otururdu. Bacanın ortasından kırıldığı anlarda duman açılan kırık yerinden savrulmaya devam ederdi.



34. MUŞAMBA: Halıfleks ya da yer karolarının yaygınlaşmadığı yıllarda evlerin odalarının, hatta mutfaklarının ve tuvaletlerinin zeminleri muşamba kaplı olurdu. Çoğunlukla kahverengi ya da gri renklerin hakim olduğu bu yer kaplama materyallerinin üzerinde birbirini tekrarlayan grafik desenler olurdu. En çok tutulan desen ise pötükare adı verilen iki rengin çaprazlamasına uygulandığı küçük kare şekillerdi. Muşambalar odaların zeminleri tahta olduğu için, bir süre sonra tahtaların deformasyonuna ayak uydurur ve altındaki tahtanın girintili-çıkıntılı şeklini almaya başlardı. Üst kısımları kayganca olan muşambalar, üzerleri silinip parlatıldığı zaman daha bir tehlikeli hale gelirler ve çorapla üzerlerine basılmasını genellikle affetmezlerdi. Yıpranan ya da yırtılan kısımlarına, daha önceden yedeklenen muşamba parçalardan uygun şekiller kesilerek buralara yama yapılırdı.



35. ARKASI YARINLAR: Televizyon yayınlarının çok kısıtlı yapılabildiği 70’lerde hafta içi hergün 10.00-10.20 saatleri arasında “Arkası Yarın” adı verilen sürekli radyo piyesleri yayınlanırdı. Dinleyicilerin konuya adapte olabilmeleri için, kapı gıcırtısı, ayak sesi, yağmur, rüzgâr, uğultusu, kuş cıvıltısı, motor çalışma sesi gibi birtakım ses efektleriyle zenginleştirilmiş karşılıklı diyaloglardan oluşan piyesler, Türk ve dünya klasikleri ağırlıklı olurlardı. Bu piyeslerin jenerik açıklamalarında en akılda kalanı ise; “Efekt: Korkmaz Çakar”dı. Adı geçen şahıs, yukarıda anlatılan efektlerden sorumlu ses görevlisinin adıydı.



36. AT ARABALARI: Bilhassa benzin kıtlığının yaşandığı 1970’lerde at arabaları, zerzevat satıcısından yük taşıyanına kadar hemen her meslek grubunun gözdesi olan ulaşım araçlarındandı. Bunların tahtadan dört adet tekerleği vardı ve bu tekerlekler özellikle paket taşlı yollarda çok fazla ses çıkarırdı. Arabalar genelde tek, bazen de iki at tarafından çekilir ve tüm atların başına siyah deriden at gözlüğü ile arkalarına da gübre torbaları bağlanırdı. Arabayı sürenin oturması için, aracın önünde biraz yükseltilerek deri minderle kaplanmış ve yetmeyerek, üzerine çeşitli kilim parçaları örtülmüş bir sürücü mahalli vardı. Atların arkalarına ne kadar torba bağlanırsa bağlansın, yine de hatırı sayılır bir ölçüde gübreler asfalta dökülerek gün boyu kaybolmayan nahoş kokulara sebep olurdu.

37. AT ARABALI ZERZEVATÇILAR: Sokak aralarında at arabalarına estetik bir şekilde dizdikleri türlü çeşit sebze ve meyveyi satan zerzevatçılar vardı. Arabanın en arkasına sabitledikleri bir sebze kasasının üzerine oturttukları iki daralı terazileri olurdu. Bellerine koyu mavi bir para önlüğü bağlarlar ve gömleklerinin kollarını da dirseklerine kadar sıvarlardı. Başlarında kasketleri olurdu. Arabalarında çeşitli türdeki sebze-meyveyi satanları çoğunlukta olmakla birlikte, bazen de (özellikle o ürünün bolluğunun doruk noktaya ulaştığı mevsimlerde) arabalarına karpuz, kavun, elma, portakal gibi sadece tek bir çeşidi dolduranlar da olurdu. 80’lerin sonlarında at arabalarının yerini bir süre kamyonetler aldı, ardından da sokak zerzevatçıları birer-ikişer yitip gittiler.

38. AY-YILDIZLI DİREKLER: Ana caddelerde siyah metal elektrik direklerinin tepelerinde, uçları yukarı dönük bir hilâlin içine oturtulmuş tek bir yıldızdan oluşan alemler vardı. 1930’lardan bu yana şehrin değişmez mobilyalarından olan ay-yıldızlı direkler, 1980’lerde teker teker kaldırılarak, yerlerine beton düz direkler dikildi.



39. BABIALİ: Hürriyet, Milliyet, Cumhuriyet ve Günaydın gazeteleri başta olmak üzere diğer birçok gazete ve derginin matbaalarının ve yazıişlerinin yer aldığı, Türbe’den Sirkeci Meydanı’na kadar kıvrılarak inen meşhur Cağaloğlu yokuşuna o yıllarda verilen addı. Babıali’ne sağlı sollu açılan sokaklar dahil olmak üzere, bu bölge tamamen yayıncılık üzerine hizmet vermekteydi. 1980’lerin sonlarında gazeteler birer-ikişer İkitelli civarında yeni yaptırdıkları modern tesislerine taşındıktan sonra Babıali’nin de günümüzde artık sadece adı kaldı. 



 40. BAGAJI ÜZERİNDE OTOBÜSLER: Şehirlerarası çalışan o dönemin otobüslerinin, şimdiki gibi karoser hizasında derin bagajları yoktu. Taşınacak eşya ve bavullar, otobüslerin üzerinde sabitlenmiş metal iskeletli yüklüklere konularak sıkıca bağlanırlardı. Bu yüklüklere otobüs muavinleri, aracın dışında, en arkasındaki dar, metal tırmanma merdiveni vasıtasıyla çıkarak bavulları olabilen en ekonomik şekillerde uzun uzadıya istif ederlerdi. Yolculuk arasında inecek olan yolcuların eşyalarının otobüsün üzerinden alınması epey zaman kaybettirirdi.

41- BiZERBA TARTILAR: Bakkal kasap ve manavlarda en çok ragbet gören tarti “Bizerba” lardi. Bunlar daha çok beyaz kismen de açik yesil ya da mavi renklerde imal edilmislerdi. Bunlarin önünde diklemesine bir ayak üzerinde iki yüzü de camli silindirik bir disk bulunurdu. Diskin iki yüzünde de agirlik göstergeleri olup skala iki tarafta da ayni sekilde çalisirdi. Böylece hem müsteriye hem de saticiya dönük oldugundan iki tarafli kontrol edilebilme imkânini saglarlardi. Bu ön göstergeye bagli olan tarti bölümü de hemen arkasinda yatay sekilde durur haznesi dükkânin sattigi ürünün türüne göre kenarliksiz ya da kap seklinde olurdu. Agirlik arttikça satici tartinin yanindaki silindir büyük dügmeyi ekseni etrafinda çevirerek kilo göstergesini ilerletebilirdi. Sonraki modellerinde göstergenin dairesel sekli degiserek ters duran üçgen seklini aldi. ince düsünceli kimi saticilar tartmadan önce skalayi “–10” grama alirlar böylece tartim esnasinda ürünün içine ya da üzerine konuldugu ambalaj kâgidi veya kutusunun agirligini hesaptan düserek hakkaniyet ölçülerinde çalisirlardi.



47. BURDA MODEL DERGiSi: Orijinal adi “Burda Moden”di. Alman menseliydi. O yillarin sartlarina göre çok kaliteli parlak renkli ofset baskili incecik yapraklari olan bu dergi kadinlar için biraz da statü sembolü olarak görüldügünden ötürü misafir odalarindaki sehpalarin görünen kisimlarina serpistirilirdi. Ayrica doktorlarin ve kuaförlerin bekleme salonlarinda da Burda’larin eski sayilari atilmayarak sehpalarin üzerinde biriktirilirdi. Aylik derginin içinde içinde bulunulan mevsimin Avrupa modasini vurgulayan manken resimleri ve altlarinda da Almanca açiklamalar bulunurdu. Türkler tabii ki çogunlukla bu açiklamalari anlayamamakla birlikte resimleri detayli bir sekilde inceleyerek pratik zekâlarinin da vermis oldugu bir kabiliyetle mankenin üzerindeki elbisenin aynini ivedi bir sekilde dikiverirlerdi. Sonradan derginin içine sari sayfalardan olusan bir formalik Türkçe açiklayici ekler de konulmaya basladi. Derginin sonlara yakin sayfalari çocuk giyimine yönelikti. En son sayfalarda ise istah kabartici sanat eseri gibi süslenmis yemek resimleri ve de altlarinda bu yemeklerin nasil yapilacagi yine Almanca olarak yer alirdi

.

DUVAR KAGITLARI: 70’ler ve 80’lerde evlerin duvarlarini yagliboya veya badana yapmak yerine özel olarak üretilmis duvar kâgitlariyla kaplatmak modasi basgösterdi. Birer metrelik enlerde rulolar halinde satilan ön yüzleri hemen her tür deseni ve rengi barindiran kâgitlarla evlerin odalari kaplanmaya basladi. Boyaya göre çok daha hizli bir sekilde biten bu kaplama teknigi ilk basta cezbedici görünse de bir müddet sonra ek yerlerinde olusan hava kaçaklari yüzünden sismeye baslayan kâgitlarin parçalar halinde kendilerini salmasi neticesinde çogu evde istenmeyen görüntülerin olusmasina neden olmaktaydi. Vadesi dolan kagitlari sökmek zahmetine katlanmayan birtakim uyanik evsahipleri eskisinin üzerine yeni rulolari yapistirir ve duvarin kaplamasi gittikçe kalinlasmaya baslardi. Pek de pratik olmadiklari yillar sonra anlasildiktan sonra evlerde yeniden klasik duvar boyasina geri dönüldü.



52. “EBÜÜÜVEE” ARABA KORNALARI: 70’lerin sonundan itibaren on yil kadar modasi süren ve halk arasinda “ebüve” olarak taninan bu kornalar aynen ismi gibi ses çikarirlardi. Aslinda 1930’lu yillarin Amerikasinda kullanilan otomobillerin sahip oldugu bu korna her nedense 70’lerde yeniden moda oldu ve tüm istanbul sokaklari inek bögürmesiyle esek anirmasi arasi bir sesi andiran bu zevksiz itici kornayla muhatap olmak zorunda kaldi. Araçlarina bu kornadan taktiranlar birtakim aklievvel soförler sessizce giderken birden bögürmeye baslayarak yoldan geçenlerin korku ve endise ile kenara kaçilmasina neden olurlardi.



53. EL ARABALI ÇÖPÇÜLER: Sokak aralarinda çöp kamyonlarinin geçmedigi günlerde dolasan tahta el arabali çöpçüler olurdu. Bunlar düsük bir ücret karsiliginda evlere ara toplama hizmeti vermekteydiler. Çöpü fazla biriken ev kadinlari küçük bir bahsisle birlikte çöplerini belediyede kadrolu olan resmi kasketli kahverengi elbiseli bu temizlik görevlisine verirlerdi. El arabasinin mümkün oldugunca fazla atik toplayabilmesi için çöpçüler arabanin haznesinin yanlarina birbiri üzerine bindirilmis teneke levhalar kalin kartonlar ve mukavvalar sokusturarak haznenin kapasitesini olabildigince yükseltirlerdi. Ayrica ellerindeki kalin çali süpürgeleriyle göstermelik olarak kaldirim kenarlarini süpürürlerdi.

54. POSTA KUTULARI-1: Mektupla haberlesmenin revaçta oldugu 60’lar 70’ler ve kismen de 80’lerin ortalarina kadar sehrin belli noktalarinda duvarlara monte edilmis bazen de demir bir çubugun ortasina oturtularak yol ortasina sabitlenmis sari renkli posta kutulari vardi. Bunlarin üstlerinde mektup zarfinin atilabilmesi için yatay ve uzun bir gözü vardi. Deligin önü boylu boyunca sadece içeri dönebilen küçük dikey metal çubuklarla kapatilmisti. Bu uygulama insanlarin ellerini kutunun içine sokarak biriken mektuplari almasini önlemek içindi. Kutunun üzerinde içinin hangi günler ve hangi saatlerde açilarak biriken mektuplarin toplanacagini gösteren uyari yazilari olurdu. Eger kutu henüz açilmissa açilma vakti daha gelmemis olan baska bir posta kutusuna mektup atilir böylece günden kazanma yoluna gidilirdi.

55. POSTA KUTULARI-2: Telefonun yaygin olmadigi 70’lerde firmalar gazete ve radyo reklamlarinda kendileriyle irtibat kurulabilmesi için telefon numarasi yerine “Posta Kutusu” numarasi verirlerdi. Her firmanin posta kutusu numarasi farkli olurdu ve numaradan sonra kutunun bagli oldugu PTT’nin adi verilirdi; “Posta kutusu 128 - Pangalti - istanbul” gibi... Mektuplar bu adrese yollanirdi. Çok nadir olmakla birlikte özel adreslerini vermek istemeyen kimi sahislar da bazen posta kutusu kiralarlardi. Bunlar genellikle artist ve sarkicilardan olusurdu.

6. YARIM EKMEK SATISI: 70’lerde ekmekler 300 gram ve daha fazla gramajlarda üretilirlerdi. Bakkallar bu büyük ekmekleri keserek de satarlardi. Müsteriler yarim birbuçuk ikibuçuk gibi oranlarda ekmek alabilirlerdi. Ancak ekmek vitrininde daha önceden kalan yarim ekmek varsa kesilen yüzü biraz sertlestiginden pek satin alinmak istenmez ve bakkaldan yeni bir bütün ekmegi ikiye kesmesi talep edilirdi. Yarim ekmek satisini firinlar pek uygulamazlardi. 80’lerde ve sonrasinda ekmegin gramaji oldukça düsürüldügünden ve tam ekmekler neredeyse eskinin yarim ekmeginin agirligina indiginden -ve insanlar daha bir kibarlastigindan (!)- yarim ekmek istenmez oldu. Herkes tam ekmek satin almaya basladi.

57. KiBRiTLiKLER: Evlerde gelen misafirlerin kullanmasi için sehpalarin üzerinde 4 6 ya da 8 kibriti kutusundan olusan kibritlikler vardi. Bunlar genelde kübik kesilmis iki ince suntadan olusur suntalarin arasina kibrit kutulari belli sekillerde estetik olarak sokulur suntalarin aralarindan sadece kibritin kartondan çekmecesinin disi görünürdü. Çekmecenin açilmasi için kibrit kutusunun içinden kirmizi bir kurdele geçirilir ucu da kibritligin disina sarkitilirdi. Kurdele kenarindan tutulup çekilince kibrit kutusunun çekmecesi açilirdi. Sunta kutularin dis yüzlerine de istanbul manzarasi çiçek hayvan ya da bebek resmi kesilerek yapistirilirdi. Hemen her yerde satilan enteresan esyalari el becerisi kuvvetli olanlar kendileri de yaparlardi. Daha kaliteli olanlarinda verniklenip cilâlanmis tahta ya da metal malzemeler de kullanilir üzerlerine de kabartma sekiller islenmis olurdu.

58. TAHTAKALE (KAZAN) SiMiDi: sehrin sadece merkezî noktalarinda ve agirlikli olarak da Sirkeci Bahçekapi Eminönü Mahmutpasa Köprü ve Karaköy civarlarinda satilan bu simit Meshur Tahtakale Firini’nda imal edilirdi. Özelligi firinda degil kazanda pisirilmesi oldugundan bu isimle anilirdi. Diger simitlerden en büyük farkiysa susamsiz olmasiydi. Üzeri parlak altin sarisi renkte ve oldukça gevrek olan bu simide tuz ya hiç katilmaz ya da eser miktarda katilirdi. Günümüzde sadece Bahçekapi civarinda bir-iki yerde satilmaktadir.



59. SEMSiYE ÇiKOLATALAR: Bakkallarda kapali bir semsiye görünümünde ve dibinde plastik semsiye sapi bulunan çikolatalar satilirdi. Bu semsiyelerin üzerleri yesil mavi ve kirmizi gözalici renklerde ince baraklarla kapliydi. Çikolata bittikten sonra nedense -hiçbir ise yaramayacagi halde- baston seklindeki renkli saplari atilmaz biriktirilirdi. Albenisinin altindaki çikolatanin tadinin ise ayni kalite ve güzellikte olmadigi bilindigi halde yine de çocuklar tarafindan sevilerek tüketilirlerdi.


60. SEFFAF SEMSiYELER: 1970’li yillarin ortalarinda moda oldular. semsiye açildiginda çan seklinde bir görünüm alir ve kenarlari omuzlari tamamiyla örterek belin üst kismina kadar inerdi. Bu semsiyelerin en büyük özelligi ise tamamiyla seffaf malzemeden yapilmis olmalariydi. Kullanicilar yagmurda islanmaktan tecrit edilmis bir sekilde etraflarini rahatça görerek gezinmenin zevkine varirlardi. Tek dezavantajlari ise içlerinde sigara içilmeye pek müsait olmamalariydi. Son çikan modellerinde ön taraflarinda bir ya da iki ufak delik açilmis olanlarina da rastlanirdi. 
 
61-SARKI SÖZÜ SATANLAR: Günün popüler sarki ve türkülerinin sözlerinin yazili oldugu tek yaprakli sari kâgitlar satan sarki sözü saticilari vardi. Bunlar sokak aralarinda ve vapur tren gibi toplu tasima araçlarinda bir yandan kâgittaki son çikan aranjmanlari (o yillarda sarkilara verilen isimdir) söylerler bir yandan da çok ucuz fiyata ellerindeki güfte listesini ilgilenenlere satarlardi. Çogunun da sesi güzel olurdu. Bütün sarkilari sektirmeden söylerlerdi. Kâgitlar genellikle teksirle çogaltildiklarindan ispirto kokarlardi.

62. STEPNELi OTOMOBiLLER: 50’li ve 60’li yillardan kalma otomobillerin arka kaputlarinin üzerinde yatay olarak yedek bir lastik oturtulmasina müsait stepne yataklari olurdu. Arabanin markasina göre bazi stepne yataklari kapali bir daire seklinde bazilari ise lastik görünecek sekilde açikta olurlardi. Herhangi bir lastik patlamasinda hizli müdahaleye olanak veren bu yedek tekerlekli otomobil modelleri 80’lerden itibaren yok oldular. Bilhassa Dodge ve DeSoto marka otomobiller bu türdendi ve de renkleri agirlikli olarak bastan asagi siyahti.

63. LAGIMCILAR  Sokak aralarinda bagirarak dolasan “Lâgimcilar” vardi. Bu esnaf takiminin arkasinda büyükçe bir heybe olur heybenin içinde de lâgim açmaya yarayan kazma kürek pompa çesitli çap ve boylarda tahta ve demir çubuklar ile bol miktarda paçavra bez bulunurdu. "Leaa-aaam-cuu" seklinde kendilerine özgü bir bagirislari vardi bu meslek erbabinin. Sesleri duyulunca derhal taninirlardi... Gideri tikanmis bir evin mevcut sorununu ellerindeki saydigimiz basit araçlarla pratik ve hizli bir sekilde gidermekte ustaydilar.



64. “LAK LAK” LAR: iki ucuna yumurta büyüklügünde küre seklinde tahtadan iki top takilmis 20 santim uzunlugunda bir ipten ibaretti. 80’li yillarin basindan itibaren çocuklar ve gençler arasinda moda olan laklaklarin ipi ortasindan isaret ve orta parmaga sarilarak sabitlenir ardindan el yukari-asagi hizla hareket ettirilmeye baslanirdi. Toplar elin bir üstünden bir altindan sürekli birbirlerine çarparak 180 derecelik bir yay izlerler ve “lak” “lak” seklinde sesler çikarirlardi. Amaç bir defada en çok çarpmayi gerçeklestirebilmekti. Sesi tekdüze ve çildirticiydi. Dikkatli ve periyodik vurdurulmadiklari taktirde el parmaklarina çarparlardi. Neticede sinirbozucu bir salgindi.



65. TRiPORTÖR: Bunlar adindan da anlasilacagi gibi (sree / tri: üç) 3 tekerlekli ve direksiyon yerine gidonla kumanda edilen çok enteresan tasima araçlariydi. Agirlikli olarak; “Arçelik” marka olan triportörlerin sürücü kabinini önünde tek bir tekerlegi vardi. Bu tekerlek gidona bagliydi. Sürücü kabinin tam ortasina otururdu yaninda da sagli sollu birer kisinin oturabilecegi yer kalirdi. Eni normalden daha dar oldugundan ötürü tek bir fari ve yine tek bir silecegi bulunurdu. Çalisirken çikardigi sesler bir motosikletin sesiyle ayni tiniyi verirdi. Bu araçlarin arkasindaki kasalari kimi modellerde açik kimilerinde tenteyle örtülü kiminde ise metal örtüyle kapatilmis olurdu. PTT’nin araç kadrosunda arkasi kapali çok sayida sari renkli triportör 1980’lerin ortalarina kadar hizmet verdi. Bunlar daha çok posta ve telgraf tasima islerinde kullanilirlardi.



66. ASKERÎ DEVRiYELER: 12 Eylül 1980 ihtilâlinden sonraki 3 yil zarfinda (olaganüstü hal kaldirilana dek) istanbul cadde ve sokaklarinda (ve Türkiye’nin 67 sehrinde) 4’erli gruplar halinde devriye gezen askerler olurdu. Dördü de tüfekli migferli kisacasi tam teseküllü olan erler ayni hizada ve birer metre aralikli olarak yürürlerdi. Kaldirimda karsilasildiginda vatandaslar mutlaka kenara çekilerek kollarinda kirmizi bantlarda “Görevli” yazili devriyelere yol verirlerdi. Bütün bankalarin ve resmî kurumlarin korunmasi görevi de bu devriyelerde olup ikisi binanin içinde dururlarken diger ikisi de giris kapisinin iki yaninda ayakta nöbet tutarlardi. Olaganüstü hal kaldirilinca askerler de kislalarina geri döndüler.



67. BADEM BIYIK/iNCE BIYIK: Erkeklerde 1960’larin sonunda moda olan ve 70’lerin sonlarina kadar devam eden “ince biyik” modasi vardi. Amerikan sinema oyuncusu “Clark Gable”nin biyik kesiminin dünyada ve ardindan Türkiye’de moda olmasindan sonra bütün erkekler “Klark” biyigi adi verilen bu kesimi uygulamaya basladilar. Bu akimin temel prensibi; biyigi olabildigince ince keserek dudak çizgisinin hemen üzerinde uzunlamasina bir çizgi haline getirmekti. Üst kisimlar ise tamamen kazinirdi. Köyden kente göç eden kirsal kesim ise ince biyik yerine “badem biyik” adi verilen sekilde tiras ederlerdi biyiklarini... Bu tarz kesim çok daha öncelerden beri (19. yy’in sonlarin-20. yy’in baslari) uygulanan bir kesim tarziydi. Biyiklar bu kez dudagin üstüyle burnun altinda kalan kesimde kalacak sekilde tiras edilir sag ve sol taraflar ise tamamen kazinir biyiga kare bir görünüm kazandirilirdi. Bu biyik kesimine halk arasindaki takilan isimlerse; “muhtar biyigi” “haciaga biyigi” ve “evkaf biyigi” idi. Seksenlerden itibaren erkek biyiklari hem enden hem de boydan salinmaya baslandi.



68. CEP FOTOROMANLARI: 60’lar ve 70’lerde genç kizlar tarafindan çok ragbet görülen orta boy bir cebe sigabilecek ebatta olduklarindan dolayi; “Cep Fotoromani” olarak adlandirilan resimli ask kitaplari vardi. Dis kapaklarina ana karakterleri içeren bir sahnenin basildigi renkli bir fotograf iç sayfalarinda ise tamami siyah-beyaz fotograflar bulunurdu. Bu fotograflarin üzerine Türkçe dizilmis konusma çizgileri olurdu. Fotoromanlar çogunlukla italyan ve Fransiz artistleri tarafindan senaryolastirilmis konulari içerirdi. Kavga ve dövüs sahneleri içermeyen pembe ask hikâyeleri üzerine kurgulanmis bu tekdüze fotoromanlar genellikle Hürriyet ve Tay Yayinlari tarafindan kitapçilarda satilirdi. Genç kizlar aralarinda bu kitaplari degis-tokus ederlerdi. O yillarin kitaplastirilmis pembe Brezilya dizileriydiler.



69. DÖRT KAPTAN KÖSKLÜ ARABA VAPURLARI: istanbul sehirhatlari isletmesi’nin feribot isletmeye basladigi 1872 yilindan 1952’ye dek eldeki eski yolcu vapurlari tadil edilerek araba vapuru olarak hizmet verdikten sonra gerçek anlamda tersane yapimi ilk araba vapurlari 1952 yilinda Fransa’da yaptirilarak Bogaziçi’nde hizmete girdiler. Dördü de “K” harfiyle baslayan; “Kasimpasa” “Kizkulesi” “Kuruçesme” ve “Karaköy” adli feribotlar saatte 10 mil hiz yapabiliyorlardi. Bunlarin en büyük özellikleri ise dört taraflarinda da küçük birer kaptan köskü olmalarindaydi. Vapura her bir köskten de kumanda edebilmek mümkündü. Yillarca Sirkeci-Harem-Sirkeci-Kadiköy ve Kabatas-Üsküdar hatlarinda hizmet verdikten sonra 90’li yillarda kaldirilmaya baslandilar. Aralarinda en uzun süre hizmet vereni ise; “Karaköy” araba vapuru olup o da 1995’de son seferini yaptiktan sonra emekliye ayrildi.


70. GAZ SOBALARI: 70’lerde “Auer” marka kahverengi gaz sobalari kömür sobasi kullanilmayan evlerde çok revaçta olan isitma araciydilar. Ön tarafi bel hizasinda yere diklemesine oturmus silindir bir gövdenin ve arkasinda da bu yüksekligin yarisi kadar kare prizma gaz haznesinin oldugu bu sobalar adindan da anlasilacagi gibi sivi gazla çalisirlardi. Arkadaki hazneden öndeki gövdeye damla damla akan gaz sobanin önündeki mika camli kapagindan içeri atilan bir kibrit çöpüyle kolayca tutusurdu. Gazin akim hizini kontrol eden bir de yuvarlak ve ekseni etrafinda dönebilen dügmesi vardi. Bazen bu dügme yanlislikla sikilmazsa sobadan; "plop...plop..." seklinde sesler gelir ve gaz hizla yanma bölümüne akardi sobanin içi birdenbire parlardi. Hazne gerektiginde üzerindeki tel kulp yardimiyla çikartilarak tasinabilirdi. Kullanimi son derece pratik ve iyi de isi veren bu sobalar kömürlü olanlara göre daha pahali yakit tüketirlerdi. 90’lar bu sobalarin da sonu oldu.

71. BiLEYCiLER: O yillarda istanbul sokaklarinda evlerde kullanilan körlesmis biçaklari yeniden keskinlestirerek kullanilabilir hale getirebilme sanatini icra eden bileyci ustalari dolasirdi. Biley makinalarini sirtlarinda tasirlardi. Müsterinin evinin önünde makinasini yere koyarak bunun üzerindeki yatay bir mile geçirilmis disk seklindeki biley tasini ayak hizasindaki pedal yardimiyla sabit bir hizda çevirmeye baslar ve pedala bagli kayis vasitasiyla hizla dönen diskin üzerine elindeki kör biçagi çesitli açilarla temas ettirip kivilcimlar olusturarak bileylerdiler. is bittigindeyse biçak hem keskinlik kazanmis olur hem de metalik orijinal rengine geri dönerdi. Günümüzde çok nadir olmakla birlikte halen inatla (!) bileycilere rastlanabilmektedir (Bu madde Alexandros Bey'in sorusunu umarim cevaplayabilmistir).



72. BiLYELi ARABALAR: Erkek çocuklari tarafindan yatay bir tahtanin dört kenarina sabitlenmis metalik motor bilyelerinden olusan ilkel tasima araçlariydilar. Arabanin önündeki iki bilyayi tutan uzun tahta tam orta noktasindan saga-sola dönebilir sekilde sabitlenir çocuk da ayaklarini bu tahtanin üzerine koyarak hem dengesini saglar hem de ayaklarini oynatarak arabayi saga sola çevirebilirdi. Bazen yere yatay konumdaki tasiyici tahta gövdenin önüne dikey bir tahta daha monte edilerek ucuna gidon vazifesi gören bir tahta çakilirdi. Böylece bilyali araba “L” sekline getirilerek ayakta da kullanilir ve adi da “bilyali kay-kay” olurdu. isi abartan bazi çocuklar tahtanin arka kismina küçük bir kasa çakarlar üzerini de yastiklarla örterek oturma yerleri yaparlardi. Asfaltta giderken çildirtici bir metalik ses çikaran bu arabalarla yukari-asagi saatlerce kayan mahallenin çocuklari baslari sisen kimi evkadinlari tarafindan camlardan üzerlerine kovalarla atilan sularla islanirlar 5 dakikaya kalmadan istanbul’un bunaltici yaz öglenlerinin sicaginda kuruyuverirlerdi. Kimi zaman ise bilyalardan biri raptedildigi tahtanin ucundan ayriliverir ve üzerindeki çocugun asfalt boyunca sürüklenerek basta dizleri olmak üzere her yerinin kan-revan içinde kalmasina sebep olurdu.

73. YÜN MAGAZALARI/YÜN ÇiLELERi: 70’ler ve 80’lerin önemli bir bölümü simdiki gibi hazir triko giyimine yönelik degildi. Çogunluk elde örülmüs kazak hirka suater yelek (ve hatta etek) giyerdi. Bu yüzden yün satis magazalarina istanbul’un heryerinde bol miktarda rastlanirdi. Yün çileleri top seklinde olmayip “8” sekline getirilerek ortalarindan yün magazasinin markasini belirten bir kâgit seritle toplanmis olurlardi. Satin alinan çileler önce evde ön bir islemden geçirilirdi. Bu ön islem; yün çilelerinin iki yanindaki orta kisimlarina iki kolun geçirilerek gerilmesi ve karsisinda oturanin da sagli-sollu çileden yün ipligi çekerek elindeki yumakta toplamasindan ibaret müsis sikici bir islemdi. Çileyi tutanin bir süre sonra kollari agarmaya baslar ve kollar gittikçe birbirlerine yaklasarak gerginlik sönümlenmeye baslardi.

74. YUVARLAK CAMLI APARTMANLAR: 1940’li ve 50’li yillarda 3-4 katli iki yanlarinda simetrik balkonlari bulunan ve daha da ilginci tümünün giris kapilarinin üzerinde vapur kamarasi cami gibi yuvarlak bir cami olan apartmanlar modaydi. Ana kapidan girildiginde 2-3 metrelik bir irtifaya tirmanan merdivenlerden sonra giris kati gelirdi. Bu sahanlik merdivenlerinden dolayi olusan kapi üzerindeki 1.5-2 metre kadar ekstra yükseklik de yuvarlak camlarla karsilanirdi. Daha çok sehrin eski semtleri olan Fatih Kiztasi Findikzade Aksaray Laleli Pangalti Kurtulus Ihlamur Yildiz Nisantasi sisli Yeldegirmeni Moda Bülbülderesi ve Bomonti gibi yerlerinde insa edilen bu apartmanlar 80’lere kadar gelebildiler. Bu yillardan itibaren eski apartmanlari yenileme furyasiyla birlikte birer-ikiser yiktirildilar. Yerlerini 6’sar katli ve düz cepheli apartmanlar almaya basladi.

75. YOL AYNALARI: istanbul’un Bogaz yolu gibi çok sert virajli ya da sishane gibi “L” seklinde kivrilarak devam eden yollarinda kritik noktalara büyük boy aynalar konulurdu. Bu aynalar sayesinde yolda seyreden soförler karsi taraftan araç gelip gelmedigini kontrol edebilirlerdi. Bu aynalar yaklasik 1 metrekare ebatlarinda olup yerden 2 metre kadar yüksege asilirlardi. Uzun süre temizlenmediklerinden ötürü son yillarda tüm aynalar simsiyah ve yer yer kirik bir vaziyette olduklarindan trafik akisina herhangi bir fayda saglamaktan uzaklasmislardi. 80’lerde tümü kaldirildi.

76. ABAKÜSLER: ilkokul birinci sinifa giden ögrencilere matematik hesaplarini kolaylikla yapabilmeleri için abaküs adli hesap cetvelleri alinirdi. Abaküsler üzerinde 8-10 sira yatay metal telin üzerine dizilmis renkli boncuklardan olusan ilginç bir hesap aletiydi. Tele dizilen boncuklarin adedi kadar da telde bosluk olur ve çocuklar bu boncuklari belli sayilarda saga-sola kaydirarak basit toplama-çikarma hesaplari yaparlardi. Artik günümüzde hesap makinalari oldugu için bu abaküsler pek ortalikta görünmemektedir.



77. NAFTALiN: Kisa veya yaza girilirken uzun süre kullanilmayacak mevsimi biten elbiseler kazaklar pantolonlar ve ceketler içlerine bir miktar naftalin konularak dolaplara kaldirilirdi. Naftalin giysiye mevsim boyunca musallat olmasi beklenen haserattan özellikle de güveden korumak için kullanilan kendine özgü keskin bir kokusu olan beyaz renkli topaklardan olusan kimyasal bir maddeydi. Elde kolayca ufalanarak toz haline gelirdi. Mevsimi gelen giysi dolaptan çikarildiktan sonra kullanimi sirasinda uzun bir süre naftalin kokmaya devam ederdi. Koku ilk yikamadan sonra yok olurdu.

78. OKUNMUS GAZETE TOPLAYANLAR: Her aksam Karaköy ve Kadiköy vapur iskelelerinin yolcu çikis kapilarinin iki yaninda siralanan birtakim çocuklar ve gençler; “okunmus gazetelerinizi aliriz!...” nidalariyla vapurdan çikan yolcularin ellerindeki gazeteleri isterler bu talepleri de genelde karsiliksiz kalmaz çogu yolcu ellerindeki okumus olduklari gazeteleri bunlara vererek yollarina devam ederlerdi.



79. OTOBÜS BiLETÇiLERi: iETT otobüslerine binmek için otobüsün arka kapisinin hemen yaninda cama sirtini vererek oturan ve önünde menteseyle tutma demirlerine baglanmis gerektiginde kapi gibi açilip kapanan metalik bir tezgâhin üzerinde her iki tarafinda da kapagi bulunan tahta kutular içinde koçan koçan biletler olan biletçilerden bilet almak gerekirdi. Biletçiler kalemlerinin arkasindaki silgi yardimiyla koçandan biletleri ayirirlardi. Biletçilerin aslî görevleri; bilet kesmek biletinin kitasi geçtigi halde inmeyenleri uyarmak yolcularin sürekli ön kapiya dogru ilerlemelerini hatirlatmak arka kapiyi açip-kapamak sayet görev yaptigi araç troleybüs ise keskin virajlarda havaî tellerden ayrilan troley çubuklarini yerlerine oturtmakti.



80. ÖZEL TELEFON KUMBARALARI: Kimi evlerde ve dükkân ve bürolarin hemen hemen tamaminda telefonlarin yaninda dikdörtgenler prizmasi seklinde bir kutu olurdu. Bu kutular jeton kutulariydilar. Görüsme yapmak için bu kutularin üzerindeki göze çekmecedeki zuladan çikartilan beyaz metalik kenari tirtilli jetonlardan atilarak yanlarindaki dügmeye basilir böylece hat çevirme sesi gelirdi. Kumbaralar genellikle telefon cihazinin rengiyle ayni renkte olurlar görüntü ahengini bozmazlardi. Bu kumbaralari kullanmaktaki amaç evlerde çocuklarin isyerlerinde de çalisanlarin ve disaridan gelenlerin gereksiz çevirme yapmalarini önlemekti. Güven sarsici bir görüntü veren özel kumbaralar zamanla kalktilar.



81. ANADOL PiKAPLAR: 70’li yillarin gözdesi Anadol otomobillerin bazilarinin karoserinin arka kisminda degisiklik yapilarak kesilir ve buraya bir kasa oturtulurdu. Meydana getirilen bu yeni araca da; “Pikap” adi verilirdi (ingilizce; pick-up’dan). Yük tasima kapasitesi sinirli olan pikaplar 80’lerde kalktilar.



82. APARTMAN TOPUKLU AYAKKABILAR: 60’larin sonu ve 70’lerin tamaminda kadinlar arasinda moda olan bu ayakkabilarin adindan da anlasilabilecegi gibi en büyük özellikleri çok yüksek topuklu olmalariydi. Öyle ki bu yükseklik ortalama 20-25 santimi bulan iyice abartilmis bir yükseklikti. Topuklar ayni oranda kalin ve genelde yekpare olup tüm ayakkabinin altini kaplarlardi. Bu tür ayakkabi giyen kadinlar oldukça yavas ve dikkatli hareket etmek zorunda kalirlardi. Herhangi bir yanlis adim sendeleyip düsmelerine hatta bileklerinin ya da bacaklarinin kirilmasina dahi yol açabilirdi. Topuklu ayakkabilara öncülük eden isim ise; Zeki Müren olup izmir Fuari’nda sahneye çikarken giymeye baslamis ve modasi zamanla yurt çapinda yayginlasmistir. Kadinlarin boyunu erkeklerle esit hatta bazen geçer pozisyona bile getiren bu kullanissiz sadece gösteris amaçli ayakkabilar 80’lerde unutuldu gitti.

83. BEKLEMELi TELEFON GÖRÜSMELERi: 70’lerde ve Özal iktidarina kadar olan 80’li yillarin baslarinda telefon santralleri çok kisitli ve oldukça ilkel sartlardaydi. simdiki gibi herhangi iki sehir arasinda ahizeyi kaldirip alan kodu çevirmekle telefon görüsmesi yapmak hayaldi. Önce santral aranir görüsülmek istenen sehirdeki telefon numarasi görevliye kaydettirilir ve sonra “beklenmeye” baslanirdi. Bu beklemeler 1-2 saat ile 1 gün arasinda degisirdi. Neden sonra santralden gelen uyari telefonunun ardindan hat baglanir ve görüsme gerçeklestirilirdi. Normal yildirim ya da beklemeli arama türünü gösteren; “03” “04” “07” gibi numaralar vardi. sehrin içinde dahi; otomatik santrali olmayan Sariyer Beykoz Adalar Kartal gibi uzak noktalarla görüsmek için önce iki haneli bölgesel santral numarasi çevrilir görüsülmek istenen numara verilir ardindan hemen hat baglanirdi. Özal döneminden sonra telefon sebekeleri tam otomatik sisteme geçtiler ve bekleme olayi ortadan kalkti.





84. BEYAZID HÜRRiYET ANITI: 27 Mayis ihtilâlinden sonra adi; “Hürriyet Meydani” olarak degistirilen Beyazid Meydani’nda Marmara Çarsisi’nin önündeki genis kaldirimin ortasindaki bir kaidenin üzerine her yöne çok miktarda isin olan bir yontu tas oturtulmustu. ihtilâli ve ihtilâlden hemen önce bu meydanda yapilan ögrenci hareketlerini simgeleyen heykel 80 ihtilâlinden hemen sonra buradan sökülerek yolun karsisindaki meyilli çimenliklerin üzerine konuldu.

85. BiLETLERDE KITA UYGULAMASI: iETT araçlariyla seyahat ederken simdiki gibi tek tip ücret vermek yerine gidilecek mesafe kadar ücret ödenirdi. Bu sistemde hatlar belirli kitalara bölünmüstü. sehrin ana merkezleri kita sinirlarini gösterirdi. Biletlerin üzerinde 1 numaradan baslayan ve 12’ye kadar devam eden kutu içine alinmis sira numaralari bulunurdu. Gitmek istediginiz duragi biletçiye söylerdiniz o da bindiginiz kitanin ve gitmek istediginiz semtin içinde bulundugu kita numarasinin üzerini kalemiyle isaretler ve bileti keserek size verirdi. Haliyle gidilecek mesafe arttikça ödeyeceginiz para da artardi.

86. ESKi PLAKALAR: 1963 yilina kadar istanbul’daki araçlarin plakalari simdikilerden daha farkliydi. Plakanin üzerinde sehir kodu olmaz bunun yerine aracin ne tür oldugunu belli eden bir harf ile yaninda 5 haneli bir sayi grubu bulunurdu. Bunlarin üzerinde de büyük harflerle “iSTANBUL” yaziliydi. Araç özel ise;”H” (Hususi) harfi kamyon/kamyonet ise; “K” (Kamyon) otobüs ise; “O” (Otobüs) taksi/dolmus ise “T” (Taksi) polis ise; “A” (Asayis) ibaresi eklenirdi. Bu sistem her sehirde ayni olup sadece en üstündeki bagli oldugu ilin ismi degisirdi. 1963’den sonra ise her ile bir plaka numarasi verilerek; “il numarasi - iki harf - üç rakamli sayi” sistemi getirildi.

87. ETiMEKLi PASTA: 1970’lerde ETi bisküvi firmasi tarafindan piyasaya sürülen gevrek ve oldukça sert imal edilmis tost ekmegi ebatlarinda dilimlenmis olan “Eti-mek” adli kuru ve az tuzlu besin o yillarin pratik zekâli ev hanimlari tarafindan satin alindiktan sonra mutfaklarda türlü islemlerden geçirerek misafirlerine sunduklari ev yapimi pastalarin ana malzemesi oldular. Gazetelerin ve çesitli kadin dergilerinin yemek köselerinin uzun yillar vazgeçilmez temalarindan olan “Eti-mek pastasi (ya da Eti-mekli pasta)” halk tarafindan çok sevilen ve zevkle tüketilen gida maddelerinden oldu. 1980’lerin ortalarindan itibaren ise hazir pastalarin ucuzlayip yayginlasmasiyla birlikte piyasada görülmez oldular.



88. FORD MiNiBÜSLER: 80’lerin sonuna kadar tavanlari çok alçak olan ve ayakta duran orta boylu bir yolcunun bile kesinlikle egilerek seyahat etmek zorunda kaldigi 11 kisilik yarim burunlu minibüslerdi. istanbul’un hemen her noktasina isleyen bu araçlarin hakim rengi kirmizi/bordo-beyazdi. Yer kazanmak için kapidan giriste sol tarafa yaklasik 3 kisinin daha oturacagi tahta veya suntadan yapilmis ve üzerleri deriyle kaplanmis ek oturma yerleri vardi. Koç grubunca üretilen bu minibüsler sonradan yerlerini daha yüksek tavanli Magirus’lara biraktilar.


89. GAZiLER: 90’li yillara dek Kurtulus Savasi gazilerimiz vardi. Çok yasli sakalli bastonlu ve genellikle üniformali kahramanlarin gögüslerinde çesitli madalyalar olurdu. Baslarina 20’li yillarda kullandiklari kalpaklari takmaya devam eden bu gaziler belediye otobüslerine önden binme ve ücretsiz seyahat etme ayricaligina sahiptiler. Otobüslerin en öndeki iki sira koltugun gerektiginde bunlara oturma yeri olarak terk edilmesi zorunlulugu vardi. 2004’de sayilarinin 7 adet kaldigi yazildi. Yine de otobüslerin ön koltuklarinin yanlarinda -Kore Kibris ve Güneydogu gazileri için olsa gerek- uyarici yazilar durmaktadir.



90. GEZiCi MiGROS KAMYONLARI: sehrin belli noktalarinda park ederek gün boyu tanzim satis hizmeti veren tamamiyla yesil renkli arka kasalari kapali burunlu Migros kamyonlari vardi. Bu araçlarin kasalarinin yan yüzlerindeki kapali kanatlar yere paralel gelecek sekilde açildiginda pratik bir sekilde ilkel görünümlü bir tezgâh haline gelirdi. Kasanin açilan kismindan raflar meydana çikardi. Satis elemanlari kanadin arkasindaki bölüme geçerek müsterilere satis yaparlardi. Fatih Postanesi’nin yaninda hergün bir Migros kamyonu kaldirima park ederek gün boyu halka satis yapardi (Ayrica sehrin muhtelif merkezî noktalarinda 20 kadar kamyon da ayni hizmeti verirlerdi). 1980’lerin ortalarinda bu kamyonlar yerlerini arka kapisindan girilip ön kapisindaki kasanin yanibasindan inilen içi iki tarafli raflarla donanmis camsiz kavuniçi Migros otobüslerine biraktilar. 1990’larda ise gezici Migros uygulamasi tamamen kaldirildi. 

91. HALLAÇLAR: Evlerdeki yataklarin içindeki pamuklarin havalandirma isini yapan bu meslek grubundakiler sokaklarda bagirarak dolasirlar çagrildiklari evlerin odasinin ortasinda yere oturarak sirtlarinda tasidiklari yay seklindeki kalin bir dal parçasinin iki ucuna gerilmis teli pamuk yiginini içine sokarlar diger ellerindeki lâbut seklindeki tahta bir cismi bu tele sürekli vurarak telin o tekdüze titresim sesinin esliginde pamuklari havalandirmaya baslarlardi. Hallacin havalandirarak birbirinden ayristirdigi pamuk bloklari yeniden yataga yastiga ya da yorgana geri dolduruldugunda bunlar yeni alinmis gibi kabarik havaleli bir görüntü verirlerdi

92. HAVAGAZI: sehrin kisitli birkaç bölgesine “havagazi” hizmeti götürülmekteydi. Evlerinde havagazi borusu olan sansli daireler mutfak ve isinma problemlerini havagaziyla karsilarlar ve ay sonunda sayacin yazdigi kadar tüketim bedelini gezici tahsildarlara öderlerdi. Havagazi depolama ve ana dagitim merkezleri; Dolmabahçe Silahtaraga Yedikule ve Hasanpasa’daydi. iETT’nin sorumlulugunda dagitimi yapilan bu hizmet 1980’lerde kaldirildi. Günümüzün dogalgaz sebekesiyle mukayese dahi edilemeyecek bir teknolojide olmalarina ragmen sokaklarindan havagazi sebekesi sistemi geçen sansli konutlar kesinlikle bu hizmetten son gününe kadar yararlandilar.

93. HORTUMLU ÇÖP KAMYONLARI: Belediye Baskani Fahri Atabey tarafindan 70’lerin basinda Avrupa'dan isal edilen 2 adet çöp kamyonunun herhangi bir yerinde atik haznesi yoktu. Çöp toplama görevini aracin arkasindaki bölüme bagli ortalama 30’ar santim çaplarindaki 2 adet hortum görmekteydi. Bu hortumlar tipki evlerde kullanilan elektrik süpürgeleri gibi vakum yardimiyla çöpleri emerek hazneye toplamaktaydilar. Bu kamyonlari gördükleri anda zevkten adeta çildiran çocuklarin hortumlarin önüne attiklari çesitli ebatlardaki taslar konserve kutulari ve diger gereksiz malzemelerden dolayi vakumlari kisa zamanda bozularak emekliye ayrildilar. istanbul'un o yillardaki bu enteresan minicik lüksü de tarihe gömüldü gitti.

94. HUSUSi LEVHASI: O yillarda dolmuslar çok fazla oldugundan özel otomobil sahiplerinin çogu ticarî araç olmadiklarini ve yolcu tasimasi yapmadiklarini belli etmek için araçlarinin ön caminin üzerine “HUSUSi” yazili açiklayici bir bant takarlardi. Böylece yol boyunca dolmus bekleyen yolcularin sürekli el isareti yapmalari engellenmis olurdu. Aksi taktirde trafikte duruldugu anda yan camdan birinin kafasini içeriye dogru uzatarak; "Pangalti'dan geçer mi?" seklindeki sorulariyla yol boyunca muhatap kalinirdi. 80'lerin ortalarindan itibaren istanbul'da dolmus tasimaciligi sona erince bu türden açiklayici bir aparata da gerek kalmadi özel otomobillerde...



95. RENAULT MiNiBÜSLER: 1960’lardan itibaren tâ 80’lerin ortalarina kadar istanbul sehiriçi ulasiminda dis görünümleri çok enteresan olan minibüsler çalisti. Bunlar normalden daha yüksek bir tabana sahip heyyulâ görünümlü acayip araçlardi. istanbul’un hemen her semtine islerlerdi (Gaziosmanpasa Eyüb Zeytinburnu Bayrampasa Kâgisane...) Fransiz yapimi bu minibüslerin yan camlarinin hemen sonrasinda kenarlari yuvarlatilmis ince uzun bir dikdörtgen cam bulunurdu. Önden görünümleri itibariyla insanda yasli bir kocakari surati (!) izlenimi uyandirirlardi. Tüm camlari basikti ve aracin içi oldukça los olurdu. Bunu gidermek için kimi soförler tavandaki havalandirma kapaklarini camli yaptirirlardi. Profilden görünümlerinde ise aracin ön kismi neredeyse 30 dereceye yakin bir egimle dizayn edilmisti. Yüksek tabanli bu araçlara binmek için de mutlaka içerdekilerin yardimina ihtiyaç duyulurdu (birileri kolundan tutup da sevabina içeriye çekiversin diye). ilk modellerindeyse menteselerinin montajindan ötürü yolcu binis-inis kapisi tersine açilirdi. Son olarak 1981’de Aksaray-Eyüb ve Vezneciler-Gaziosmanpasa arasinda bunlara bindigimi hatirliyorum. Sonraki birkaç yil zarfindaysa Anadolu'daki kimi yerlesimlerde kullanildiklarini duymustum.



96. CITROEN OTOMOBiLLER: Fransiz yapimi sekilsiz Citroen otomobiller vardi. Arka kasalari olmayan ve aracin tavani arkaya dogru 45 derecelik bir egimle gittikçe azalarak çamurluklarda sonlanan Citroen’lerin en büyük özellikleri ise park edildiklerinde karoserlerinin zemine dogru alçalmasiydi. Arabanin lastiklerinin söndügü havasini verirdi. Araç tekrar çalistirildiginda ise tabani yükselir ve kalkisa hazir hale gelirdi. Citroen’lerin bir özelligi de diger otomobillerden farkli olarak arka tekerleklerin üst yarisini örten jantlarinin olmasiydi.



97. GECE BEKÇiLERi: Geceleri sokaklarda devriye gezen gece bekçileri olurdu. Kahverengi üniformali ve kasketli bu güvenlik elemanlari sabaha dek nöbetlerini devam ettirir ve civardaki sokaklarda gezen meslekdaslariyla haberlesmek için sik sik düdüklerini çalarlardi. Emniyet Teskilâti’na bagli olarak görev yapan gece bekçileri 1980’lerde kaldirilarak sabit karakol kadrosuna verildiler.

98. KiRALIK DÜRBÜNLER: Galata Köprüsü üzerinde istanbul siluetini seyrüsefer yapan vapurlari Kadiköy ve Üsküdar kiyilarini Haliç’i Adalar’i ve Topkapi Sarayi’ni bir nebze olsun yaklastiran gemici dürbünlerini gelen-geçene cüz’i bir ücret karsiliginda 5 dakikaligina kiralayan dürbüncüler vardi. Daha çok disarlikli olanlar tarafindan ragbet gören dürbünle bakma olayi etrafi seyretmekten ziyade o yillar için pek bilinmeyen bir teknolojik aletle tanisma onu kullanabilmekten alinan hazzi tadabilmenin verdigi keyifti.


99. PAY KUPONLARI: Gazetelerin sik sik kampanyalar düzenleyerek çekilisle hediyeler dagittigi yillarda özellikle Hürriyet Milliyet Günaydin ve Tercüman’in logolarinin saginda ve solunda damga pulundan biraz daha büyük ebatlarda kesilmek üzere ayrilmis üzerleri numarali “Pay kuponlari” olurdu. Dileyen okuyucu hergün numara sirasiyla bu pay kuponlarini keserek verilen adrese postalar karsiliginda kendine bir kura numarasi gönderilirdi. Kampanya sonunda yapilan çekiliste kazanan okura; daire araba mobilya bisiklet radyo gibi hediyeler verilirdi.





100. GAZOZ KAPAKLARI: Çocuklarin en sevdigi oyuncaklardan birisi de yuvarlak metal kenarlari tirtilli gazoz kapaklariydi. O yillarda özellikle bakkallar ve çay bahçelerinin önü çocuklar için ganimet denecek ölçüde çok atik gazoz kapaginin oldugu noktalardi. Toplanan gazoz kapaklari torbalara doldurulur sonra da üretilen çesitli oyunlarla degis-tokus edilirdi. Çocuklar tarafindan yutma-yutulma olarak adlandirilan bu degis-tokuslar o yastakiler için son derece aktif bir gazoz kapak borsasinin dogmasina neden olmustu. Her markanin degisik bir degeri olurdu (Ankara ve Olimpos gazozu; birlik Uludag ve Yedigün; ikilik Meysu ve Elvan; beslik Schweppes; onluk gibi). Az bulunan kapagin degeri de yüksek olurdu. Hatta çocuklar birbirleriyle bunlari para bozar gibi bozar ya da bütünlerlerdi. En düzgün gazoz kapaginin iç kismi kapi camlarindan asirilan cam macunuyla doldurularak agirlastirilirdi. Oyun sirasinda çocuklar bu macunlu kapaklari kullanarak üstünlük saglamaya çalisirlardi. Artik birakin gazoz kapagi oyunlarini -pet ve teneke kutularin yayginlasmasiyla- gazoz sisesi ve dolayisiyla gazoz kapagina bile çok çok az rastlanir oldu.



101.Strapenteli taksiler :

Aynı yöne giden dört kişinin bir otomobile binmesiyle başlamış dolmuşçuluk.1930'lu yıllarda dolmuşla ilk tanışan İstanbul'dan Türkiye geneline yayılmış.Geçmişi 70 yıla dayanan bu Türk buluşu, zamanımızda da devam ediyor ama, eski kahramanlar yok artık!Desoto, Playmouth, Dodge, Chevrolet, Buick marka otomobillerden seçilen dolmuşlar son yıllarda önce sarardılar sonra hepsi birer ikişer yok oldular. Otobüsün, tramvayın, minibüsün, metronun, taksinin hepsinin ayrı müşterisi olduğu gibi dolmuşun da ayrı bir müşteri kitlesi vardı. En önemlisi taksi, dolmuş plakasının zor bulunduğu değerli, hatta ve hatta bir yatırım şekli olduğu yıllarda dolmuşçuluk, iyi kazandıran meslekler arasında gösterilirdi. Hep aynı hat üzerinde çalışan dolmuşların aynı saatlerde servis gibi yolcuları vardı. Kadıköy-Üsküdar, Taksim-Bebek, Eminönü-Eyüp, Sirkeci-Taksim, Şişli-Pangaltı, Karaköy-Aksaray ve daha niceleri yolları ezberlercesine iki durak arasında günde bilmem kaç defa gider ve gelirlerdi.
Saçları kalındı, ağır araçlardı, günümüz otomobillerinden o saçlarla iki üç otomobile kaporta çıkabilirdi. Amortisörleri, makasları sertti, renkleri genelde koyu, bazılarının nikelajları parıl parıl parlardı. Duruşları yorgun, olgun, ciddi, ağır başlı görünüşleri yaşlı mı yaşlıydı. Durakta beklerken veya yol alırken onları görenler şehirler arası yolculuktan geliyor sanabilirdi. Yeni yetme otomobiller yanlarından geçerken baba oğul ilişkisi gibi algılanırdı. Ne kışlar görmüş, geçirmiş, dayanıklı, fotojenik, alımlıydılar. İçine binenler kendilerini güvende hissederlerdi. Pencereleri küçük birazda kasvetli, koltukları zoraki sıkışmadan rahatsız gibi olsa da kendilerine has otomobil kokusuna sahipti. Bu kokunun bile nostaljik değeri olduğu günümüzde, o yıllarda otomobiller, dolmuşlar "otomobil" gibi kokarlardı! Bu kokunun içinde biraz benzin, biraz deri, birazda yıllanmışlığın sindiği hafif motor yağı karışımı kokteyl kokusu vardı. Bu kokuyu araca binen içine farkında olmadan çeker ama rahatsız da olmazdı, dahası özlenir cinsten bir kokuydu. Bu tip dolmuşların motor sesleri de farklıydı, piston sesleri pirinç tanesi gibi vuruşlar, teker teker duyulur, motorlar saat gibi çalıştığını belli eder bir ses çıkarırdı, bu sesler yokuşta oflaya poflaya vites düşmelerine neden olsa da, dolu dolu dolmuşları iyi tanıyan sürücüler, gaz pedalına fazla yüklenmezlerdi. Hızlı olmasa da güçlüydüler. Üsküdar'dan Çiçekçi, Duvardibi yokuşunu çıkar veya Sirkeci den gelip Dolmabahçe cami önü, Mithatpaşa stadı (Bugünkü BJK İnönü Stadı) yanından Taksime yönelir, aksamadan çıkarlardı. Sürücüleri ya saçları ağırmış İstanbul efendisi, yada onların otomobilden genç çocuklarıydı.
Dolmuşla Yolculuk
İlginç taşıtlardı dolmuşlar, neredeyse hiçbirinin boyu orijinal değildi, kestirilip ortadan bölünerek kaynakla parça ilavesiyle uzatılmış, bu sayede araya üç kişinin daha oturabileceği sırtı katlanır kanepe ile 10 kişilik hale getirilmişlerdi! Bunlara şoför diliyle strapenteli denirdi. Bu koltuklarda oturmak yolculukyapmak hiç rahat değildi. Yolcunun kambur gitmesine neden olurdu. Arka koltuk kesintisiz düz olup dört kişi oturtulurdu. Ara bölüm üç öne de şoför hariç iki kişi sığışırdı. Yolcular omuz omuza giderdi, bazıları sırtını arkaya dayamaz, eğilir bir omuz öne diğeri içeri doğru yanlamasına dururdu. Bazı yolcular şişmansa ve de ellerinde paket, file, dizleri üzerine koyduğu Bond tipi çanta varsa yolculuk çekilmez olurdu. Bayan yolcular ya kapı tarafına ya da cam kenarına oturmaya gayret eder iki beyin arasında sıkışmamayı kollardı!. En kötüsü arka koltuğun sol dip kenarında oturan yolcunun diğerlerinden önce inmek istemesiyle yaşanırdı. Bu durumda en az üç dört kişi dolmuştan iner yol verir sonra tekrar binerek yola devam edilirdi. Çoğu zaman inen yolcunun iki büklüm olup bu iniş sırasında ara bölümdeki sonradan yapılma katlanır kanepeye takılan çorabı da kaçardı! Orta kanepede gitmek iyice berbattı! Bir kere rahat değildi, sonradan yapılma vinleks kaplı uyduruk bir şeydi, içinde yay sünger yoktu, yumuşak değildi, kanepenin sırt kısmı kısa, yere yakındı, dizler bükülür ya da yana pergel gibi açılarak oturulurdu. Birde bu üçlü kanepenin ortasında kalmak adeta işkenceyle eş değerliydi. İşte bu yüzden deneyimli yolcular dolmuşun kapısında son yolcuyu bekler "Ben yakında ineceğim sizi, inerken rahatsız etmeyeyim" bahanesiyle yolcuyu içeri oturtur, kendiside kapıya yakın, ortaya göre nispeten daha rahat gitmek için bu taktiği uygulamaya özen gösterirdi. Ne var ki arka koltuktan hep bozuk para isteyen şoföre ödenen dolmuş ücretlerinin ulaşımı bu orta koltukta oturanların göreviydi, şoför muavini görevi görürlerdi."Şunu uzatır mısınız"diye verilen bozuklukları şoföre, varsa üstünü geriye yolculara çok sık yapılmayan ters bilek ve omuz hareketleri ile bakmadan verilirdi. Sarsıntılarda bozuk paralar kanepeler arasına düşer, bulunması için, zaten darlaşan iç hacim de bir de bunlar yol boyunca aranırdı. Arka koltukta oturanlardan biri diğerlerine "Sizinki bozuk mu"? diye sorar, öyleyse hepsini toplar arkadan dört kişi diye topluca verirdi, bu daha zahmetsiz olup ödeme bir defada biterdi. En keyiflisi ön koltukta gitmekti. Mevsim kış ise motorun içeri vuran sıcağını dizlerinizde hissederdiniz! Yazın ise bu aynen devam eder, terletirdi. Üç kişinin yolculuk yaptığı ön bölümde şoför bir yandan para toplar, diğer yandan aracı sürerdi, yolcu trafiğe bakmaz aklına estiği zaman para uzatırdı bu bazen mesai çıkışı trafiğin yoğun olduğu en kritik anlara, bazen keskin virajda dönüşe rastlardı.Şoför hem para toplar, hem de virajı tamamlar, hem de laf yetiştirirdi. Zaman zaman rölanti düşer, motor homurdanırdı. Şoför ile kapı tarafında oturan yolcunun arasında kalan en çok sıkışandı! Şoför yer kazanmak için sol omzunu kapıya iyice yaslamasına rağmen direksiyondan vitesli aracın vitesini sık sık birden ikiye geçirirken vites kolunu neredeyse böbreğinizde, böğrünüzde hissedebilirdiniz!. Dolmuş yerden vitesli ise sol dizinizle vitesi iterek değişmesine neden olmamak için mümkün olabildiğince kaslarınızı gerip omuzlarınıza binan ağırlığa eşit güçte kasılırdınız. Bacaklarını kapayamayacak kadar şişman göbekli yolcular vardı, beden bedene yapışık gidilen bu yolculuklarda, sıcak temastan hiç rahatsız olmazlardı. Durakta yolcu beklerken dolmuşta en sempatik kişi durağa son gelen yolcuydu. O gelince bekleme sona erer, hareket edilirdi. Bu nedenle dolmuşa son binen kişi olmak gizli bir ayrıcalıktı. Dolmuş yolcularından bazıları ön tarafı kapar, elini sağ camdan çıkarır burası tamam derdi. Bunun manası iki kişilik ücret ödeyeceğim, öne başka yolcu alma, ben sıkışarak gitmek istemiyorum, paketim var demek olurdu, sırada bekleyen yolcular burunlarından soluyarak başka dolmuşun gelmesini beklemeye devam ederdi. Bazıları iki üç kişilik yer varken beklemek istemediği veya acelesi olduğu için "Hadi gidelim" der boş kalkılırdı, o yerlerin parasını öderdi. Şoför yoldan indi bindi yapar, aynı hat üzerinde ekstra para kazanırdı. Ön koltukta oturanların şoförün yanında bulunmanın samimiyeti ile sorduğu klasik sorular vardı, bunlar genellikle ön konsol orijinal mi? Yada yadigar kaç model gibi sorulardı. Dolmuş şoförü gözü gibi baktığı ekmek teknesi dolmuşun ön konsolunun orijinal olduğunu gururla anlatmaya başlar, aracın yaşını, bugüne dek kimlerin bindiğini bile bir çırpıda sayardı. 40 - 50 - yaşındaki aracını öve öve bitiremez, hatta yeni bir araba verseler bile asla bununla değişmeyeceğini üstüne basa basa vurgulardı, aslında ona yeni araba veren de yoktu. Buna rağmen günde 8 - 10 saat çalışan dolmuşunun kendisini gömecek kadar sağlam ve dayanıklı olduğu muhabbetine devam eder, bu sırada yanından geçen yeni model otomobilleri hafifliği ve saçının inceliğini vurgulayarak peynir tenekesine benzetmeyi de ihmal etmezdi. Ahşap, maun karışımı mobilya görüntülü görkemli konsol oksitlenmemiş nikelaj gösterge tablosu kadran çerçeveleri, bu vesile ile tozu bir kez daha alınırdı. Konsol üzerinde dolmuş ücretlerinin üzerinde toplandığı bozuk paraların kaymasını engelleyen müflonlu bir toz bezi dururdu. Dikiz aynası üzerinde çoğu kez aile fertleri, çocukların vesikalıkları asılır, bazen de maskot bebe patiği sallanırdı. Süsler, pon ponlu yastıklar, kartpostal, at nalı uğurlara da rastlanırdı. Yazılarda vardı Bozuk para veriniz, kapıyı yavaş kapayınız, sigara içmeyiniz, gibisinden. Dolmuşta Muhabbet. Dolmuş içi muhabbette başka bir dil konuşulurdu. Bunlardan en sık tekrarlanan cümleler arasında, parayı uzatırken "Alır mısın canım", "Şunu uzatır mısın, zahmet oldu","Müsait yerde inecek var, sağda ineyim" şoförün yolculara "Arkayı dörtleyelim, kapıyı yavaş kapayın, kolu yukarı kaldırın, sigaranı söndür, bozuk veriniz, arka camı kapamayın" komutları duyulurdu. Yolcular arasında iki kişinin konuşmasına tüm yolcular istemeden kulak misafiri olurlar, bazen bunlara katılanlar olur, sonra her kez fikir yürütürdü. Dolmuş ücretlerine zam geldiği zaman münakaşalar olur, Şoför diğer yolculara masraflardan dert yanardı, yolcu eski ücreti ödemek için inat eder, şoförün asabını bozardı, yolcular arasında farkını ben vereyim susun, bitirin şu münakaşayı diyen çıkar, bu defa itiraz eden yolcu teklifi yapana dalaşır, sen niye ödeyeceksin diye çıkışırdı. İstanbul Dolmuşlarının Son Günleri. Taksi saatinin yazdığı ücreti, araç içinde yolculuk yapanlara bölünmesiyle başlayan İstanbul dolmuşçuluğu, duraklardaki kahyaların Taksime bir-iki, Sirkeciiii gibi her semte göre değişen ses tonları ve vurgularla, bağırışlarla yıllarca müşteri çağrıldı. Neredeyse bir tramvay, bir otobüs bileti ücretine itiş kakış olmadan oturarak yapılan yolculuklar o günlerden bu günlere kadar hep ilgi gördü. İstanbul şoförleri birbirine daha saygılı, sabırlı olduğu yıllarda parke taş kaplı sonu görünmeyen virajlı daracık sokaklarda, direkli sokak aynalarına bakar, aynadan gelmekte olan aracı gören şoför geçiş için durup bekler, yol verirdi. Tramvayla dolmuşlar aynı hattı kullanırdı, mesela Galatasaray Meydanına gelirken virajı kapalı dönen dolmuşa dar yolda 30 tonluk tramvay şöyle bir dokunmuş, hafifçe içeri göçen otonun çamurluk kaportası yüzünden dolmuşun başına muazzam kalabalıklar toplanmıştı! Genellikle dolmuşlar siyah renkli olurlar, tampon nikelajları yıllara meydan okurcasına parlar, damalı oluşları nedeniyle özel otomobillerden ayrılırlardı. Plakalarında "dolmuş 5 kişi" gibi ibareler taşırlardı. Pazar günleri hepsi çalışmazdı ömürlerinin son yıllarında, bakımlı olan bu klasikler bazı seyahat acentelerinin dikkatini çekmişler, bu sayede yabancı VİP turistlere nostaljik İstanbul gezilerinde kullanılır olmuşlardı. Günün birinde bir yasa ile tüm dolmuşlar sarıya boyandı, taksilerle aynı renk oldular. Halk onlara ABD deki Yellow Taxi özendiler dedi. Klasik dolmuşların bakımları zorlaşmıştı, bozulan parçaları bulunmuyor, egzozları yağlı dumanlar çıkarıyor, fenni muayenelerinde problem yaşanıyordu, birer ikişer yedeğe çekilmeye başladılar. Ve bu eski, yaşlı kurtların duraklarda beklediği dolmuş sıraları arasında Ford Otosan'ın bu amaçla kullanılmak üzere çalışan dolmuş minibüsleri fark edilmeye başladı. Ahşap evler, Şirket-i Hayriye'den kalma şehir hatları gemileri, tramvaylar ve klasik dolmuşlar İstanbul'u İstanbul yapan simgesel özelliklerinden bir kaçıydı, kıymetini bilemedik ..... Hemen kalkıyor, beklemeden, Aksaraaay, Kadıköy, Kadıköy, Kadıköy, sesleri ile yankılanan yaşlı kurtların hepsi bir bir kayboldu, geriye sararmış fotoğraflara bakılarak hatırlanan anılar kaldı. Hepsi de müzelikti, milyonlarca yolcuyu, yıllarca taşımışlardı, İstanbul halkının anılarını barındıran, kentin siluetinde yeri olan, korunması gereken bir tür tarihi eserlerdi...



 Teldolabi


Bahcede emme basma tulumbali kuyu.


Bogazici Mototreni

Eski Kartpostallar






Gazanfer Bilgenin meshur "Apollo Servis" otobusleri


Varanlarin Burunlu Mercedesleri.


Markiz Pastanesi


Celik bilek, Tom Miks, Karaoglan cizgi kahramanlari


Radyoda, Orhan Boran ve Yuki, Pazartesi tiyatrosu, Menderesin davasi radyodan naklen yayini, Pazar sabahlari Elmadaginda Divan Hotelin karsisinda sinemada (adini hatirlamiyorum) naklen Klasik musik konserleri .
ORHAN GENCEBAY












Gelişen teknolojiyle, birçok alanda yaşadığımız yeniliklere o kadar kısa zamanda alışıyoruz ki bazı şeyleri unutur hale geliyoruz. Örneğin çocukluğumuzda oynadığımız oyunları ve oyuncakları arkadaşlar arasında konuşurken hatırlıyoruz sadece. Bu oyuncaklar arasında bir tanesi var ki birçoğumuzun çocukluğuna damga vurmuş ve çocukluğumuzun en güzel anlarını bize yaşatmış, ağaçtan yapılmış havuç biçiminde, alt kısmına çakılmış çivinin etrafına sarılan ip (kaytan) sayesinde ileri doğru atılıp, geri çekilmesiyle, yerde hızla döndürülen, renk renk süslenmiş topaçtır bu oyuncaklardan biri.
Nasıl da çevirirdik çocukken topacı, ailemden aldığım en güzel hediye boy boy topaçlardı çocukluğumda. Bu topaçları alır, defalarca boyardık ve yarıştırırdık. Çok yetenek gerektirirdi topaç çevirmek.
Kaytanın çivinin hemen üzerinden başlayarak, boğumlar arasında hiç boşluk kalmayacak şekilde topaca sarılması ve hızla fırlatılarak yerde döndürülmesi, düşünüldüğü kadar kolay değildi, maharet isterdi.
Renk renk boyanan topaçlar dönerken çok hoş görüntüler ortaya çıkarırdı ve en güzel, en hızlı dönen topaç birinci seçilirdi. Birbirimizin topacını kırmaya çalışırdık saatlerce arkadaşlarımızla
Türkiye’de binlerce farklı adı olduğu söylenmekte topacın. Bunlardan bazıları tölek, fırdöndü, fırıştak, develeme, maymun , mozik, atma, kırlangıç, havuç, meşe, dolama, düyeme, deleme’dir.
Türkiye’de yüzlerce yıldır çocukların başlıca oyuncağı olduğunu bildiğimiz topaçın, M.Ö. 2 yüzyılda Mısır’da oynandığına dair bulgular bulunmakta.
Günümüzde yerini bilgisayar oyunlarına bırakan oyuncaklar, çocukların hem yaratıcılıklarını hem de sosyalleşmesini sağlardı. Bu gün ise çocuklarımız giderek yalnızlaşıyor. Beton duvarlar arasında sıkışıp kalan çocuklarımız enerjilerini boşaltmak için şiddet içerikli bilgisayar oyunlarında buluyorlar eğlenceyi…

Büyülü Cam Küreler: MİSKETLER
Temel olarak elinizdeki misket ile bir rakibin misketini vurmak üzerine şekillenen oyunlar `Mors, Kuyu, Baş` gibi isimler taşımaktadır. Misketler boyut ve renk farklılıklarına sahiptir. Bu şekil farklılığı sebebiyle misketlere farklı işlevler yüklenip farklı isimler takılabilir. Hemen her misket oyuncusunun minik hazinesinde diğerlerinden daha büyük, daha renkli ya da kemik bir misket çocuklar tarafından hep kullanılan misket olarak ayrı bir değere sahiptir. Bu gözde misket "Gaflik veya Balyoz" gibi isimlerle adlandırılır.

Misket Tarihine Yolculuk

Cicoz, mile, bilye, gülle, cilloz, gazoz, cilli, zıpzıp gibi isimlerle de anılan çocukların renkli ve özgür dünyası misketlerin tarihi, antikçağın ilk dönemlerine kadar gider. Yunanlılar`ın kemik parçaları, zeytin taneleri ve meşe palamutlarıyla, Romalılar`ın ise ceviz ve fındıklarla misket oynadıkları bilinmekte. Romalılar pekçok oyunun atasına ev sahipliği yapan bir medeniyete sahipti, sosyal hayatın içinde oyunlar önemli yer tutuyordu. Özel günlerde birbirlerine içi yuvarlatılmış taşlar ve fındıklarla dolu keseler hediye ediyorlardı.
Dünyanın en eski misketi ise Mısırlı bir çocuk mumyasının yanında bulunan yuvarlatılmış taşlardır, MÖ 3000 tarihlidir.

İlk fabrikasyon, satış amaçlı cam misketlerin ise 1900 yılında Amerika`da bir oyuncak firması sahibi olan Christensen tarafından yapıldığı tahmin ediliyor. Bu ilk fabrikasyon misketler yukardaki resimde görülmektedir. Misketler doğal taşlara benzer görünümdeydi. Bugün hala cam misketler aynı teknik kullanılarak yapılmaktadır. Ancak bu ilk misket makinasinin planları Christein`in katibi olan Hill tarafından çalındı ve Hill bu makinanın patentini aldı. Cam misket yapan bu makinalar halen Hill makinası olarak adlandırılmaktadır.
MORS: Toprağa mors adı verilen bir üçgen çizilir ve her oyuncu üçgenin içine üçer ya da beşer misket yerleştirir. Üçgenin 2 metre ötesine bir çizgi çizilip sırayla oyuncular misketlerini çizgiye doğru atarlar. Misketi çizgiye en yakın düşen oyuna ilk olarak başlar. Çizgiden üçgene doğru herkes sırayla misketini atar. Amaç üçgenin içersinde misketleri çıkartmaktır. Oyuncunun attığı misket üçgen içersinde kalırsa sıra diğer oyuncuya geçer. Her oyuncunun üçgenden çıkarttığı misket onun olur.
KUYU: Toprak bir alanda 5-6 cm çapında ve derinliğinde bir çukur kazılır, ama çoğu zaman sokak araları eski oyunlardan kalan çukurlarla doludur zaten. Oyuna kuyuya belirli bir uzaklıktan oyuncuların sırayla kuyuya birer el atış yapmasıyla başlanır. Eğer oyuncunun attığı misket kuyuya girerse puan alır ve bir atış hakkı daha kazanır. Eğer misket çukura girmezse sıra diğer oyuncuya geçer. Bir oyuncunun misketi kuyuya girdiğinde, kuyudan en fazla bir karış uzaklıktan ya yerden ya da diğer elini destek alarak diğer rakibin misketini vurmayı çalışır, bu şekilde ek puan alır. İkinci puan alma yolu ise oyuncu kuyudaysa ve diğer oyuncunun misketi kuyudan bir karıştan daha yakın mesafedeyse rakip oyuncunun misketini kuyuya alır, en fazla üç atışta rakibin misketini kuyunun dışına atarsa puan kazanır. belirlenen puana ilk gelen oyuncu oyunu kazanır.
BAŞ: Misketle oynanan oyunlardan en çok tercih edileni olan `Baş`ın kuralları genel olarak şöyledir. Her çocuk belli miktarda misketi ortaya bir çizgi olacak şekilde dizer, bunun ardından belli bir uzaklığa geçilir ve sırayla misketlerden oluşan çizgiye atışlar yapılır. Kurallarla değişebilmekle beraber bu atışlarda önemli olan, öncelikle neresinin hedef alındığı söylenmek üzere sağ ya da sol baştaki misketlerin vurulmasıdır. Zor olduğu için ödüllü olan bu vuruş yine oyuncular tarafından belirlenen bir sayıda yanyana olan misketlerin birkaçının birden kazanılmasını sağlar. İyi atış yapan oyuncu diğerlerinin misketlerini de alır böylece kendi hazinesini yavaş yavaş artırır. Oyuncu zemine göre de taktikler belirlemek zorunda kalabilir. Oyunun esas tercih edilen zemini topraktır, ama oynanan yer oyuncuların keyif ve zorunluluklarına göre değişebilir
İçlerinde renkli desenler olan, çocuklukta ceplerimizdeki en değerli hazinemiz küçük cam küreler… Meşe, gülle, canbalik, cicoz, bilye… Her yörede misket farklı isimler taşısa da bilinir, farklı kurallara sahip olsa da oynanır. Bu büyülü oyuncaklara En kötü ekonomik koşullarda dahi sahip olunabilecek kadar ucuz olması, cazibeli renk ve biçimlere sahip olması, birbirinden çok farklı oyunlar oynanabilmesi ve kazanıp kaybetme şansı veren bir oyun olması sebebiyle dünyanın pek çok ülkesinde en sevilen oyuncaklardan olmuştur

DOKUZTAŞ:
Oyun için dokuz küçük taş bulunur. Bu taşların azami derecede düz olmasına özen gösterilir. Bir de bu taşları düşürmeye yarayacak küçük lastik top gerekir. Oyuna başlamadan önce grup ikiye ayrılır. Sonra da hangi grubun daha önce başlayacağına dair bir yassı taşın bir yüzüne tükürülür ve “ yaş – kuru “ atılır. Yaş kuruyu kazanan grup taşların bulunduğu noktadan 15–20 metre uzağında çizilen bir çizginin dışına geçerler. Taşları koruyacak olan grup dokuztaşı düz bir taşın üzerinde üst üste dizerler. Yaş kuruyu kazanan grup sırası ile topu dizili taşlara atarak onları yıkmaya çalışır. Atışlarda taşlar yıkıldığında ebe grup uzaklaşan topu almaya gittiğinde topu atan grup taşları tekrar üst üste dizmeye çalışır. Bu arada ebe grup topu yakalayıp da rakip oyuncuları oyun sathı içinde vurmayı başarırsa vurulan oyuncu oyun dışında kalır. Top diğer oyuncular tarafından atılıp yıkılmaya ve akabinde vurulmadan yine dizilmeye çalışılır. Eğer bunu başarırsa vurulup oyun dışı kalan bütün oyuncularını kurtarmış ve oyuna tekrar katmış olur. Bu işi hiçbir oyuncu başaramadığı takdirde oyunu kaybederler ve ebe olan grup onların yerini alarak oyuna başlarlar.
KÖREBE:
Grup oyunlarındandır. Karma oynanır. Oyuna başlamadan önce tekerleme ya da sayı ile “ebe” belirlenir. Ebenin gözü eşarpla bağlanır. Sonra bir meydanda ebe tarafında serbestçe dolaşır. Ebenin görevi arkadaşlarından birini eliyle yakalayıp ebelikten kurtulmaktır. Oyuncular, oyun esnasında “körebe sesime gel” diye seslenip elleriyle ebeye dokunarak eğlenirler. Ebe bu seslenmelerden ve oyuncuların kendisine dokunmalarından yararlanarak oyunculardan birini yakalamaya çalışır.
BEŞTAŞ:
İki kişi ile oynanan bir oyundur. Oyunun malzemesi beş adet misket büyüklüğünde yuvarlak taştır. Oyuna başlayan oyuncu beş taşı avucunun içine alıp salladıktan sonra yere bırakır. İçlerinden bir tanesini eline aldıktan sonra havaya fırlatır, aynı anda yerdeki taşların birini avuç ile alıp ve eliyle yukarıya fırlattığı taşı tutar. Önce tüm taşları birer birer; ikinci turda ikişer ikişer; daha sonra üçünü bir, diğerini tek olarak alır. Sonunda da yerdeki dört taşın hepsini bir defada alır. Sonra bir elinin baş ve orta parmaklarını yere koyarak bir köprü yapar, diğer eliyle taşları yere fırlatır. İçlerinden birini eline alır ve onu yine havaya atarken yerdeki taşları iki ya da üç hamlede eliyle kurduğu köprünün altından geçirir. Hepsini geçirdiğinde oyunu kazanır. Bunları yaparken havaya fırlattığı taşı düşürürse, ya da yerdeki taşları alırken diğerlerine temas ederse oyun sırası diğer oyuncuya geçer.  

DALYE:
Oyun iki grup arasında karma olarak oynanır. Oyun malzemesi bir top ve yassı taşlardır. Taşların sayısını oynayanlar belirler. Ortalama olarak yedi, sekiz taşla oynanır. Yassı taşlar üst üste dizilir. Atışı yapacak takımın bir oyuncusu eline topu alarak yaklaşık dört-beş metre uzaklıktan taşlara doğru yuvarlar. Amaç taşları yıkmaktır, elbette ne kadar az taş yıkarsa işleri de o kadar kolaylaşacaktır. Atış yapılıp taşlar yıkılırsa oyun başlamıştır. Top karşı takımdadır, atışı yapanlar yıktıkları taşları üst üste tekrar dizmeye başlar. Oyun böyle devam eder.
ÜÇTAŞ:
İki kişilik bir oyun olup karma bir şekilde oynanır. Her oyuncu üçer taşla her yere basitçe çizilebilen şekil üzerinde oynanır. Oyuncular sırası ile taşları istedikleri bir noktaya koyarlar. Amaç kendi taşlarının üçünü bir araya getirmektir. Bunu yaparken, rakibi kollamak da gerekiyor. Taşların hepsi konduktan sonra, ilk taşı konanın oynaması gerekir. Taşlar konulup elde kalmayınca şekil üzerindeki taşlar sadece boş olan yerlere hareket ettirilebilir; ama sadece bir basamak olmak şartı ile. Önünde kendi taşı varsa dahi hareket edemez. İlk kez üçtaşı yan yana ya da alt alta getiren oyunu kazanır. Oyuncuların taşlarının karışmaması için değişik şekil ya da renkte taşlar seçilir.
ÇELİK ÇOMAK:
En çok oynanan oyunların başında gelmektedir. Karma olarak oynanır. Bir değnek ile çelik denen yaklaşık 20–25 cm. uzunluğunda ki parmak kalınlığında ki ağaç parçası oyunun malzemesidir. En az iki kişi ile oynanır, takım halinde de oynanabilir. Düzgün bir yere değneğin ucunun rahatça girebileceği genişlikte ve derinlikte bir yarık açılır. Bu yarığın üzerine çelik yerleştirilir. Oyuna başlayan oyuncu değneğinin ucunu, çeliğin altındaki yarığa sokarak tüm gücü ile rakibinin yakalayamayacağı kadar uzağa fırlatır ve değneğini çeliğin pozisyonundaki gibi çukurun üzerine koyar. Bu sırada diğer oyuncu yaklaşık 15–20 metre karşısında yerini alır, çeliği yakalamaya çalışır. Çeliğe elindeki değnekle vurursa ya da yakalarsa oyun sırası kendisine geçer. Vurmaz ise çeliğin düştüğü yerden alıp, çeliğin fırlatıldığı çukurun üstüne rakibinin koyduğu değneğe doğru atarak ona temas ettirmeye çalışır. Eğer değneğe vurursa atış sırası yine kendine geçer. Vuramaz ise atışı yapan oyuncu değneğini alarak yerdeki çeliği sadece değneğin yardımı ile havalandırarak havada iken değnekle vurarak, uzağa atmaya çalışır, çünkü ne kadar uzağa atarsa o kadar çok sayı kazanacaktır. Aynı şekilde toplam üç kez vurur. Eğer rakip oyuncu çeliğin son ulaştığı yer ile fırlatıldığı çukur arasındaki mesafeye üç kez atlayarak ulaşabilir ise oyun sırası kendine geçer. Üç kez atlama sonucunda ulaşamayacaksa, diğer oyuncu çeliğin düştüğü yerden alarak adımlarını saymaya başlar, atış yapılan yere kadar sayar. Oyuncular hangi sayı üzerinde anlaşmışlar ise o sayıya ilk ulaşan kazanır.
GÜVERCİN TAKLASI:
Dörder kişilik iki takım ile oynanır. Ebe takımından iki kişi birbirlerine arkaları dönük olarak dururken diğer ikisinden biri ön tarafa diğeri arka tarafa olmak üzere kafalarını ayakta duran arkadaşlarının bacaklarının arasına sokarlar. Diğer takımın oyuncuları önde yarı yatık duran oyuncunun sırtına ellerini koyarak, ayakta duran bellerini aralamış oyuncuların arasından takla atarak arkadaki oyuncunun üzerinden yere inerler. Yatan ve ayakta duran oyuncular atlama yapan oyuncuları engelleyici harekette bulunamazlar. Bulunurlarsa atlayış tekrarlanır. Oyunculardan biri taklayı atamaz ise tüm takım olarak diğer takımın yerine geçer. Oyun aynı şekilde devam eder.
UZUN EŞEK:
Genellikle bu da bir hakem ile dörder kişilik iki takım arasında oynanır. Hakem olan kişi bir duvara ya da dayanabilecek bir yere sırtını verir bacağını açar. Oyuncunun biri kafasını hakemin bacaklarının arasına koyar ve belini düz bir şekilde tutar. Takımın diğer oyuncuları da onun arkasına aynı biçimde dizilirler. Diğer takımın oyuncuları sırası ile bunların sırtlarına atlarlar. Dört oyuncu da atladıktan sonra da takımın ebesi eliyle bir sayı gösterir: “Eşeğim kaç yaşında ?” ya da “Çıtı mıtı kaç? “ diye sorarlar. Sayı ondan fazla olamaz. Altta yatan takımın ebesi bu sayıyı tahmin etmeye çalışır. Eğer doğru tahmin edemez ise diğer takım yine atlayış yapar. Tahmini doğru yaparlar ise, yani sayıyı bilirler ise, atlama yapan oyunculardan biri yere düşerse ya da ayağı yere değerse, takımlar yer değiştirir. Atlayış yapma sırası diğer takıma geçer.

MİSKET:
Bu oyun erkekler arasında oynanır. Yere açılan küçük bir çukura belli bir mesafeden atılır. Çukurun içine konan oynama önceliğine sahip olur. Çukurun içine konulmamış ise en yakınına konan oyuna başlar. Misketi başparmağı ile işaret parmağı arasına kıstırarak rakibinin misketini vurmaya çalışır. Her vuruş sayı kazandırır.
YUMURTA DÖVÜŞTÜRME:
Genellikle karma olarak oynanır. Oyuncular soğan kabuğu veya saman ile boyanan yumurtaları tokuştururlar. Yumurtası kırılan oyuncuya mani söyletirler.
BİCİK:
Karma olarak oynanır. En az iki kişi gereklidir. Oynayanlar ellerine on ikişer tane küçük taş alırlar. Onları havaya atıp ellerinin üstü ile kapmaya çalışırlar. En çok kapan elinin üstündeki taş kadar sayı kazanır.
ZIMBA:
Genellikle kızlar tarafından oynanan bir oyundur. Bir kişi yere daire çizer. Daireyi çizer kişi çizili dairenin içine girer “zımba” der ve tek ayağı ile diğer arkadaşlarını yakalamaya çalışır. Yakalanan kişi çemberin içine girerek aynı şekilde oyunu devam ettirir.
SİMİT:
Erkekler tarafından oynanan bir oyundur. Bir kişi daire çizer ve çizili dairenin içine girer. Diğer arkadaşları da daireden bir kaç metre uzakta bekler. Çizili dairenin içerisindeki kişi hiç sesini kesmeden “simit” diye bağırarak arkadaşlarından birini yakalamaya çalışır. Eğer ebenin sesi kesilir ise tekrar çizili dairenin içine girerek ebe olur. Bir arkadaşını yakalar ise yakalanan arkadaşı ebe olur.

ONBİR ELLİ:
Karma olarak oynanan bir oyundur. En az dört kişi ile oynanır. Oynayanlar aralarından birini seçer, seçilen arkadaşlarını yakalamaya çalışır. Yakalanan kişi yakalayan arkadaşından olur ve diğer arkadaşlarını yakalamaya çalışırlar. Arkadaşlarının hepsi yakalandığında oyun sona erer.
DON ATEŞ:
Genellikle erkekler tarafından oynanır. Bir kişi arkadaşlarını yakalamaya çalışır. Kaçanlar yakalanmamak için “don” der. Sonra ebe kişi don diyene dokunur ve don diyen kişi oyuna tekrar devam eder.
YAĞ SATARIM:
Karma olarak oynanır. Yere bir daire çizilir. Oynayacak kişiler bu daire etrafında toplanırlar. Bir kişi ebe seçilir. Ebe “yağ satarım, bal satarım, ustam ölmüş ben satarım” diye mani söyleyerek daire etrafındaki çömelen oyunculardan herhangi birinin arkasına elindeki mendili bırakır. Arkasına mendil bırakılan kişi mendili görürse alıp ebeyi kovalamaya başlar. Ebe yakalanmamak için onun kalktığı yere doğru koşarak çömelir.
LİMON:
Karma olarak oynanır. Oynayanlar bir ebe seçer. Seçilen kişi “limon” der ve arkadaşlarını kovalamaya başlar. Yakalanan limon der ve oyundan çıkar.
YÜZÜK OYUNU:
Karma oynanan bir oyundur. On iki yarım ceviz ile oynanır. Cevizlerin içi oyulmuştur. Düz bir tepsiye altında mısır tanesi saklanacak biçimde düz kapatılır. Karşı oyuncu mısırı ilk hamlede bulur ise saklama sırasını alır ve tepsiye dizerek yeniden saklar. Her buluşta puan yazılır. En az puan alan yenilip iddiasına girilen şeyi alır.
UŞLAMBA:
Karma olarak oynanır. En az iki kişi ile oynanır. Yaş dallardan kesilen bir metre boyunda ağacın zıplatılması ile oynanır. Belli bir mesafede sınıra konan sopa ile zıplatılan dalın birbirine değmesi sonucu oyun devam eder. Yerdeki sopayı vuran kişi daima ciridi zıplatmaya devam eder. Vuramayan kişi diğer oyuncuyla yer değiştirir.
TURA:
Karma oynanan bir oyundur. En az dört kişi ile oynanır. Ağaca iki üç metre uzunluğunda ip bağlanır. Bir kişi ebe seçilir. Ebe bağlı ipten tutarak ipi elinden bırakmaz. Diğerleri ise ellerinde bulunan eşarpları düğüm yaparak ebeye vurmaya çalışırlar. Ebe de onların vurduğu eşarbı kapmaya çalışır. Eşarbı kaptıran oyuncu ağaca bağlı olan ipten tutar ve ebe olur. İpi yakalayamayan, diğer oyuncuları sırtına bindirerek onları ağacın etrafında dolaştırır.
TOT:
Karma oynanan bir oyundur. En az üç kişi ile oynanır. Herkesin elinde bir buçuk metre boyunda sopa bulunur. Ortaya 25–30 Cm. derinliğinde çukur açılır. Bir kişi ebe seçilir. Ebenin görevi ağacın kökünden yapılan yuvarlak yumruk biçiminde totu çukura kondurmamaktır. Diğerlerinin görevi totu çukura koymaktır. Çukura koyan ebenin sırtına binip çukur etrafında dolanır. 
 

BEZİRGÂN BAŞI:
En az on kişi ile oynanan bir oyundur. Oyuncular aralarından iki seçerler. Bunlardan
Biri ‘altın saat ‘diğeri ‘altın bilezik' adını alır. Sonra ikisi yüz yüze dururlar, el ele tutuşup ellerini havaya kaldırırlar. Tek sıra halinde dizilmiş olan diğer çocuklar:
Aç kapıyı bezirgân başı
Bezirgân başı...
Kapı hakkın ne verirsin?
Arkamdaki yadigâr olsun
Yadigâr olsun
Tekerlemesini söyleyerek bunların arasından geçerler. Dizinin son çocuğu yakalanır, kulağına “ Altın saat mi istersin; altın bilezik mi?” diye sorulur. Verilen yanıta göre çocuk soruyu soranlardan birinin arkasına geçer. Bu işlem tüm çocukların iki gruba ayrılmasına dek sürer. Sonra her iki grup çocukları birbirlerini bellerinden sıkıca tutarlar. Orta yere çizilen bir çizginin iki tarafında yer alan gruplar birbirlerini çekerek güç gösterisine girerler. Çizgiyi geçen grup oyunu kaybeder, yenik düşer. Oyun bu şekilde çocuklar bıkıncaya kadar sürer.


YAĞ SATARIM BAL SATARIM :
Çocuklar el ele tutuşarak geniş bir daire oluştururlar ve yere çömelirler.Ebe eline bir mendil alır ve dairenin dışında dönmeye başlar. Oyuncular şu tekerlemeyi söylerler.
(YAĞ SATARIM BAL SATARIM , USTAM ÖLMÜŞ BEN SATARIM.)
(USTAMIN TACI KİRLİ KİMİLLİSE KİMİLLİ)
Ebe mendili bir kişinin arkasına koyduğu sırada şu tekerlemeyi söylerler.
(ZAMBAK ZUMBAK DÖN ARKANI İYİ BAK.)
Arkasına mendil konan kişi ebeyi kovalarken şu tekerlemeyi söylerler.
(EŞEK DAYAK YİYOR.)
Ebe yakalanmadan arkasına mendil koyduğu oyuncunun yerine oturursa ,arkasına mendil konan oyuncu ebe olur.Yakalanırsa tekrar ebe olur ,oyun böyle devam eder.
KUTU KUTU PENSE :
Oyuncular el ele tutuşur ve bir çember oluştururlar.Dönmeye başlanır ve dönerkende
(KUTU KUTU PENSE ELMAMI YENSE
ARKADAŞIM -------------ARKASINA DÖNSE.) İsmi söylenen oyuncu arkasını döner ve oyun devam eder. Tüm oyuncuların ismi söylenir.

CAN ORTADA SIÇAN :
Bu oyun grup oyunudur.gruplardan biri içerdeki oyuncular vururken,içerdeki oyuncularda topa deymemeye çalışırlar.topu yere deymeden havada tutan içerdeki oyuncu can kapmış olur ve vurulsa bile çıkmaz veya içeriye gruplarından birini sokabilir.içerde son kişi kalıncaya kadar devam eder.oyuncu 6 kez atılan topta vurulmazsa altıları yağlamış olur ve tekrar onlar oynar.vurulursa öteki grup içeri girer.
MENDİL KAPMACA :
2 grup oluşturulur.sıra ile gruplar girer ortada bir kişi bu bulunur ve eli yukarıda mendil tutar.ilk oyuncular koşmaya başlar mendili ilk alıp tekrar eski yerine dönen oyunu kazanır.bu diğer oyuncularda da gerçekleştirilir.ama mendili kapanı diğer grubunun oyuncusundan birisi vurursa galibiyet karşı tarafa geçer.
ŞAŞIRTMACA OYUNU :
İki kişi arasında ellerle oynanır. 1.nin sağ eliyle 2. sol eli ,1. sol eliyle 2. nin sağ eli vurulur.sonra iki, el birbirine vurulur.bu hızlı bir şekilde devam eder.şaşıran tokadı yer.(şaşırtmaca oyunu şaşırana bir tokat)tekerlemesi söylenir.
PAS :
Bu oyun topla oynanır.top havadan yukarı doğru atılır.yere düşürmemeye çalışılır.yere düşüren oyun dışı kalır.bu oyun eşekli olarak da oynanır.topu yere düşüren e-ş-ş-e-k harflerini sırasıyla alır.ilk eşek çıkana son çıkan ceza verir.
HAVALI İSTOP :
Bu oyun topla oynanır.bir kişi topu havaya atarak bir isim söyler.ismi söylenen kişi topu yere değdirmeden tutarsa tekrar isim söyler.yere değerse topu kapana kadar diğer oyuncular kaçar.ebe topu tuttuğu zaman -istop- der ve oyuncular adım atamaz.ebe renk söyler ve kovalamaya başlar oyuncularda rengi arar rengi tutan vurulmaz vurulan ebe olur oyun dışı kalır.oyun tekrarlanır ve sona kalan çürük elma seçilir.
YERDEN YÜKSEK :
Bir tür kovalamaca oyunudur.ebe yerde durur ve diğer oyuncular bulundukları yerin yükseğine çıkmaya çalışırlar.ebe onları kovalar yükseğe çıkamayan vurulur ebe olur.
KÖREBE :
Ebenin gözleri bağlanır bu halde diğer oyuncuları yakalamaya çalışır.yakaladığı oyuncu ebe olur ve oyun tekrarlanır. bu oyun kağıt üzerinde oynanır -tombiş-oyununa benzer.-s-o-s- harfleri yan yana ,art arda getiren sos yapmış olur ve en çok sos yapan oyunu kazanır.



EL ÜSTÜNDE KİMİN ELİ :
Bir kişi kura ile ebe seçilir dizleri ve elleri üzerine çöker.diğer arkadaşları da ellerini sırayla üst üste koyarlar en üstte kimin eli olduğu ebeye sorulur eğer bilirse eli en üstte olan ebe olur bilemezse[iğnemi iplik mi davul mu zurna mı diye sorulur]iğneyi ve ipliği seçerse parmaklar sırtına batırılır.davulu seçerse sırtına vurulur,zurnayı seçerse kulağında bağırılır
İSİM TÜRETMECE :
Bir kişi herhangi bir isim söyler.diğerleri de belli bir zaman içinde söylenen ismin son harfiyle yeni bir isim türetmeye çalışır türetemezse oyun dışı kalır.
İP ÇEKMECE :
Karşılıklı kişilerin bir halatı veya ipi çekmesiyle oynanan bir oyundur.belirli bir sınırı vardır.gruplar halatı çekerken hangi grup sınırı geçerse o grup oyunu kazanır.
İP ATLAMA :
İki kişi ipi tutar kaç kişi varsa onlar sırayla atlar.oyun sırasında çoğunlukla tekerlemeler söylenir.genellikle kızlar arasında oynanan bir oyundur.
Laleli belkıs içeriye gir kız
İpten tut kız dışarıya çık kız
Denizde dalga hoş geldin abla
Eteğini topla rahat otur abla
Etek bluz ingiliz turist
Camide hoca ablama koca
SAKLAMBAÇ :
Bir kişi ebe olur.diğerleri, ebe gözlerini yumduğunda onun göremeyeceği yerlere saklanır.bu arada ebe elliye kadar sayar sayım bittiğinde –önüm arkam sağım solum söbe -der ve gözlerini açar yerinden uzaklaşıp diğerlerini bulmaya çalışır.diğerleri görünmeden ebe yerini sobelemeye çalışırlar ebenin sobeledikleri arasından ebe seçilir yakalayamazsa ebeliğine devam eder.
BİRDİR BİR :
En az üç kişi ile oynanır.bir kişi çömelir diğerleri onun üstünden atlar atlarken çömelene değen yanar bu defa o çömelir.şu şekilde de oynanır:sırasıyla herkes birbirinin üstünden atlar
DEVE CÜCE :
Bu oyun genellikle ilkokul çağındaki çocuklarla sınıfta öğretmen eşliğinde oynanır.-deve-dendiğinde çocuklar ayağa kalkar-cüce-dendiğinde oturur karıştıran oyun dışı kalır.
GECE GÜNDÜZ :
Deve-cüce oyununun gece-gündüz versiyonudur.gece deyince başlarını sıraya koyarlar gündüz deyince başlarını kaldırırlar.diğer kurallar aynıdır.
EVET HAYIR :
İki kişi arasında oynanır.biri diğerine soru sorar özellikle evet yada hayır cevabını alacağı sorulardır.eğer kişi bir yada iki dakika içinde evet yada hayır demezse kazanır.derse oyunu kaybeder.
KÖŞE KAPMACA :
Altı kişi ile oynanır. Oyunda amaç köşeleri kapmaktır. Bir tane ebe vardır. Oyuncular köşeleri kapmaya çalışırken ebe köşeleri kapmaya çalışır. Dışta kalan ebe olur.  

ESKİ KASETLER



Türk Televizyonlarından Unutulmaz Anlar
• Bir Kral Tv vj'inin canlı telefon bağlantısı yaptığı izleyiciye "Nasılız? Bomba gibiyiz değil mi?" şeklinde bir soru sorması, ardından izleyici şahsın "Bomba kıçında patlasın!" lafını yapıştırması, vj'in 5 saniye dilinin tutulması...
• Güner Ümit'in kadın kılığında Turnike sunması...
• Fatma Girik'in Söz Fato'da programında ilk tükürüşü...
• Medyum Memiş'in Medyum Keto'ya giriştiği saniyeler...
• Yıldo'nun Süpermen kılığında Turnike sunması... (yakışmıştı da!)
• Sadettin Teksoy'un kutuplarda kıbleyi arayıp namaz kılması...
• Kaan Yakuphan'ın haber sunduğu sırada arkasında bulunan dev panonun kafasına lonk diye inmesi...
• SEDA SAYAN'IN SABAH SABAH SEDA SAYAN PROGRAMINA TELEFONLA 70 YAŞINDA ADAMIN KATILMASI SEDA SAYAN'IN ŞAKA MAKSADIYLA BENİMLE EVLENİRMİSİN?? DİYE SORMASI VE ADAMIN DA SENİN A****na BİLE KORUM DİYE CANLI YAYINDA CVP VERMESİ
• Tolga Gariboğlu'nun Hugo yarışmacısı küçük bir çocuktan küfür yemesi...
• Sevda Demirel'in Hande Ataizi'ne tokatla dalması...
• Kenan Erçetingöz'ün Magazin Forever tanıtımında Cartel üyelerinin arasına dalıp rap yapması...
• Reha Muhtar'ın tavanda yürüyen sirk cambazı ile konuşurken ekranda kendi görüntüsünü ters çevirtmesi ve röportajı baş aşağı yapması...
• Kibariye'nin annesi ile meşhur "şofeöerrrr-şofeöerrrr" röportajı...
• Levent Kırca'nın açlık grevine başlaması, ertesi gün vazgeçmesi...
• Ali Sami Alkış'ın bir futbolcu için “Turgay Şeren'i koysan daha iyi oynar” demesi üzerine Turgay Şeren'in "yok ebenin.....!" şeklinde karşılık vermesi...
• Telegol programında, yorumcu Zekeriya Alp'in reklam arasında fenalaşarak hastaneye kaldırılmasının ardından Güntekin Onay ve Ziya Şengül'ün gülme krizine girmeleri...
• Reha Muhtar'ın efsanevi falcılar programında alkollü olduğuna dair iddialar üzerine 1 hafta sonraki programında canlı yayında alkol kontrolü yaptırması...
• Adının "Fenasi", soyadının "Kerim" olduğunu söyleyen şahsın Yıldo'nun canlı yayınına telefonla bağlanması. Yıldo'nun olaya, adamın adını ve soyadını birkaç kez söyledikten sonra uyanması...
• Cem Özer'in programında Nara isimli bir kadının şiir okurken soyunması...
• Erman Toroğlu'nun masa örtüsü bozması ceket giymesi ve ileride o ceketin moda olacağını iddia etmesi...
• Tarkan'ın kendisi ile röportaj yapan Savaş Ay'a canlı yayında "çişim geldi!" deyip çekip gitmesi...
• Kanal6'nın Ceviz Kabuğu'nun canlı yayını esnasında "Hulki Cevizoğlu'nun kanalımızla artık hiçbir ilgisi bulunmamaktadır!" şeklinde altyazı geçmesi...
• Prof. Mındıkoğlu'nun cinsiyet değiştirme ameliyatları ile ilgili katıldığı programda TRT stüdyosunu terk etmesi...
• Şevki Yılmaz'ın ele geçirilen kasetlerinde kriz geçirerek kendisine "komple" kurulduğunu iddia etmesi... (Bizim "Komple Teorileri"nin de isim babasıdır!)
• Ceviz Kabuğu'ndan görüşü alınmak üzere aranan kişinin Çiçek Pasajı'nda alem yapmaktayken canlı yayına katılması...
• Osman Durmuş'un mektup ile gelen şarbon tehlikesine karşı halkı bilgilendirmesi ve "aha işte bele açarsan bulaşır!.." diyerek mektubu paramparça etmesi...
• Euro96 eleme maçlarında milli takımın İsviçre'ye attığı golden sonra İlker Yasin’in "Şapka çıkartacaksınız şapkaaa!!!" diye bağırması...
• Şahane Pazar'da su altında nefes tutma yarışmasına katılan adamın boğulma tehlikesi geçirmesi ve bu süre boyunca herkesin "vay be adam rekoru ikiye katladı" deyip adama övgüler yağdırması...
• Bülend Karpat'ın "Hop Terelelli Tek Soruda 250" isimli yarışmada "Star öyle verir böyle verir, kazandırır..." diye naralar attıktan sonra elindeki telefonla canlı yayında Noter Nihat yerine bir vatandaşı araması ve vatandaşın Karpat'ı bayağı bir dinledikten sonra "ne diyon kardeşim burası ev!" demesi...
• Hakkı Bulut'un acısız arabeski tanıtmak için yaptığı program ve TRT yöneticilerinin girdikleri türlü türlü şekiller...
• Telegol programında Ahmet Çakar'ın “Beşiktaş hakkında birileri bir şeylerin olması için düğmeye basıyor” lafından bir hafta sonra Reha Muhtar'ın programa katılması ve yanında bir buton getirip Ahmet Çakar'la "lütfen düğmeye basar mısınız" diye alay etmesi. Ahmet Çakar'ın "soytarılığı bırakın!" diye çıkışması...
• Milli Takım'ın kaybettigi bir maçtan sonra Amigo Orhan'ın stadın içinde sinsi sinsi bekleyip zamanın teknik direktörü Mustafa Denizli'ye uçarak kafa atması.
• Erman Toroglu'nun "Kale Arkası" programında stüdyoya boylu boyunca
kale çizgisi niyetine tuvalet kağıdı serip oluşan o ilginç ortamda dakikalarca yorum yapması...
• TRT Hava Durumu spikeri rahmetli Ersin İmer'in "Donsuz Geceler" temennisinden sonra ekranlara veda etmek zorunda kalması...
• Türk-Japon haftasınde Habertürk'te program hazırlayan Meriç Köyatası ve Şener Üşümezsoy'un ekrana çıkardıkları Japonlarla geleneksel Japon halk dansı yapmaları, ardından da hep birlikte tekno müzik eşliğinde
trencilik oynamaları...
• Turgut Özal'ın "İcraatın İçinden" programında ilk kez "Tak bir kaset de havamızı bulalım Semra hanım..." demesi...
• İsmail Türüt'ün "Sıkı Dostlar" programında kendini kelebek sanarak cam sehpaya oturmak suretiyle sehpanın bütün yayın hayatına son vermesi...
• Sakıp Sabancı'nın kucağına bir hindi alıp "vak vak vak" şeklinde sesler çıkarması...
• Jülide Ateş'in sunduğu "Hop Terelelli" adlı yarışmada, yarışmacının "Bir ülkeyi temsil eden değerli kumaş parçası?" sorusuna "İngiliz kumaşı!" diye cevap vermesi, Jülide Ateş'in bu cevap üstüne gülme krizine girip, 2 reklam arası verilmesine rağmen kendine gelememesi...
• O zamanlar Galatasaray başkanı olan Ali Tanrıyar'ın bir şampiyonluk sonrası İlker Yasin'in uzattığı mikrofona "Galatasaray'ı sevmeyen ölsün!" demesi, İlker Yasin'in durumu idare etmek için "heyecandan dedi yanlış anlamayın" deyip renkten renge girmesi...
• Kompela'nın yarım yamalak Türkçesiyle canlı yayında "Bana p...venk diyo!" diye bağırması...
• Mahsun Kırmızıgül ile Seda Sayan'ın Reha Muhtar'la Show Haber'e telefonla bağlanmaları ve yaklaşık 3 saat boyunca "sen beni sevdin, ben seni sevmedim..." geyiklerini tüm Türkiye'ye canlı dinletmeleri...
• Defne Samyeli'nin gece haberlerini sunarken (1998), "oyuncak pandayla uçak kaçırma" olayında telefon bağlantısı yapıp "Panda canlı mıydı efendim?" diye sorması...
• Atilla Taş'ın David Copperfield'in "sahneden kaybolma" gösterisine katılıp Copperfield'e türlü türlü laflar sokması ve oyunun hilelerini nedensiz bir şekilde milyonlara açıklaması...
• Ümit Aktan'ın Japonya'ya gitmediği halde Cunda’daki yazlığından maç anlatması... (Not: Bu bir iddiaydı, olayın içyüzünü bir tek Ümit Aktan bilebilir...)
• Yıllar önce Hülya Avşar'ın Özcan Deniz'e ''Askerde cinsellik ihtiyacınızı nasıl gideriyordunuz?'' diye sorması ve Özcan Deniz'in ''Senin resimlerinle
hallediyorduk'' diye cevap vermesi...
• Ece Erken'in şarkıcı Kader'i konuk ettiği bir programda, onu Sezen Aksu'nun "Kader, kahpe kader ağlarını ördün mü..." şarkısıyla çağırması. Kader'in canlı yayında darmadağın olması, ve uzun bir süre kendini toparlayamaması...
• Zekeriya Beyaz'ın Ceviz Kabuğu'nda otelde porno film izlemesi hadisesine, "ne yaptıklarını anlamaya çalışıyordum" şeklindeki cevap vermesi ve akabinde gelişen olaylar zinciri...
• Kumkapı Cinayeti’nde öldürülen adamın karısının (Emine) karate dersinde hocasının, başındaki elma yerine kulağına "lönk!" diye indirdiği tekme (baba epey sağlam indirmişti!..)
• Sabah Şekerleri programını arayan Mehmet Ali Erbil'in konuk şarkıcıdan "Hani kızımız olacaktı..." adlı şarkıyı istemesi ve sunucu Özlem Yıldız'ın duygulanıp hüngür hüngür ağlaması...
• Ali Sami Alkış'ın, Ahmet Çakar ile sağlam kapışıp bir sonraki programda O’na "Bana, senden köpekler gibi özür diliyorum demedin mi?" diye sorması..
• Bülent Ersoy Hanımefendi'nin, klibinde oynatmak için seçtiği şahısın Bülent Ersoy ile magazin basınıyla röportaj yaparken yanlışlıkla Bülent Bey demesi, Bülent Ersoy'un feci şekilde bozulması, elemanın bu hatasını düzeltmek amacıyla Bir arkadaşım var Bülent diye, ondan ağzımdan kaçtı... demesi, fakat affedilmeyerek bir daha ekranlarda görünmemesi...
• Yıllar önce TRT2'de yayınlanan İkinci Lig Dosyası programında maç özetleri gösterilirken sessiz sakin akan skorların arasında ŞerefsizGötlekler şeklinde hayrete şayan bir ibare belirmesi. Ertesi gün
gazetelerde olayın iç yüzü açıklanmıştı: Yazılardan sorumlu şahıs programı hazırlayan diğer bir şahısla iddiaya tutuşuyor, yaparsın yapamazsın derken gazı alıp hayatının eylemini yapıyordu...
• 2002 Dünya Kupası için Kore'ye gitmekte olan Milli Takım yolcu uçağının Kazakistan'a zorunlu inmesi üzerine TRT haber spikerinin Kazakistan'daki muhabire soracak bir şey bulamayıp ''O zaman ben sana bir şey sorayım, orada şimdi saat kaç?'' diye sorması...
• Yayınında birçok teknik sorunun yaşandığı 06.12.2001 tarihli Galatasaray-Barcelona maçından sonra Mutluhan Sümer'in canlı yayında olduğunu fark etmeyip Star Tv teknik ekibine Sıçayım yaptığınız işin içine!.. diye (hem de epey sağlam bi vurguyla) küfrü basması...
• Çarkıfelek'in hediye standı bölümündeki yatağa önce Aysel Gürel, üstüne Mehmet Ali Erbil onun üstüne de İsmail Türüt'ün atlaması ve bu üçlemenin sonucunda Aysel Gürel'in kaburgalarının çatlaması...
• Reha Muhtar'ın telefonda Doğuş'a Türkiye'ye ne zaman döneceksin? diye sorması, Doğuş'un En kısa sürede geleceğim, çünkü her şeyi özledim, inanın sizi bile özledim! diye yanıt vermesi...
• Şifo Mehmet'in son dakikada gol attığı 2-2'lik tartışmalı FB-BJK maçından sonraki maç röportajlarında FB kalecisi Engin İpekoğlu'nun Bülent Karpat'ın yanına gelip Böyle bir şey var mı ya? Hakem bana ananı si..rim! dedi cümlesini açık ve seçik söylemesi...
• Sağlık Bakanı Osman Durmuş hazretlerinin gittiği hastanede koltuğunu kendisine vermeyen doktora 5 dakika boyunca elini kalorifer peteğine yaslamacezası vermesi, tüm haber kameralarının bu olayı görüntülemesi...
• Vatan Şaşmaz'ın, arkasındaki ekranda Noel Baba resmini anlatmak için Yılbaşındaki babamız kim? sorusunu soran takım arkadaşına Orhan Gencebay cevabını vermesi, ve her yılbaşı programlarda çıkıyor! savunmasıyla mantıkta yeni bir boyuta bodoslama dalması...
• Coşkun Aral'ın Haberci programında bir kabileye dostluğunu kanıtlamak, dolayısıyla kelleyi feda etmemek için tüm kabilenin tükürdüğü (hatta tükürmekle kalmadığı) tastan afiyetle bir yudum alması...

Eski Duvar Halilari







ESKİ REKLAM AFİŞLERİ











































Eski reklamlar - Murat 124

ÇIRA



DÖVEN-YABA-KARASABAN





TIRPAN



KARASABAN



SİGARALAR
 

Plevne Gazisi Osman Paşa Amerikan Sigarasında Ne Arıyor?

gelincik.jpg image by julide_2008

gözdesi olan Türk tütününün Amerikalı işadamlarının dikkatini çekmemsi kaçınılmazdı. Geçtiğimiz yüzyılın hemen başlarında Amerikan şirketi Liggett and Myers yani bilinen adıyla LM Türk tütününden üretilmiş iki adet sigarayı piyasaya sürmüştü. Dünyada belki de ilk kez çok detaylı bir şekilde bu iki sigaranın marketingi yapıldı. Öncelikle Türkleri anımsatacak isimler aranmaya başlandı.
Uzun süren tartışmalardan sonra ortaya iki isim çıktı; Fatima ve Murad. Fatima’nın kapağı için dönemin ünlü fotomodellerinden Julia Anderson ile anlaşıldı. Anderson’un iki yüz seksen adet fotoğrafı çekildi. Murad için ise daha çok Arap yarımadasını çağrıştıran bir sultan imajı tercih edildi.
Sigaralar 28 cente satışa sunuldu ve halk tarafından da kısa sürede beğenilip benimsendi. LM büyük bir atak yaptı. Fakat işler tam iyi gitmeye başlayınca Birinci Dünya Savaşı patlak verdi. Philip Morris, RJ Reynolds gibi firmalar savaşı fırsat bilip kar marjlarını arttırırken LM büyük bir darboğaza girdi ve bu iki sigaranın üretimini durdurdu.
Daha önceki yazılarımızda RJ Reynolds’un Camel sigarası hikayesini ve Old Joe’nun meşhur pozunu nasıl verdiğini anlatmıştık. RJ Reynolds 1913 yılında Türk tütünü de kullanarak üç farklı tütünü karıştırıp 3 farklı sigara üretmeye başladı. Bunlardan bir tanesi Camel’di.
RJ Reunolds, ürettiği sigaralardan birisinin Osmanlıları çağrıştırmasını istiyordu. Bu yüzden sık sık ansiklopedileri karıştırıyordu. Bir gün eski bir gazetede meşhur Osmanlı kumandanı, Plevne gazisi Osman Paşa’nın resmini görür ve bu heybetli Osmanlı Paşası’ndan çok etkilenir ve Paşa’nın suretinin ürettiği sigaranın kapağında yer almasına karar verir. Tabi o zamanlar henüz telif hakları olmadığı için Osman Paşa’dan izin alınmaz. Kapağı tasarlayan ressam da çizdiğini Osman Paşa’ya benzetemez. RJ Reynolds bu yüzden sigaranın ismini ‘Osman’ koyar ama Gazi Osman Paşa’nın suretini kullanmaktan vazgeçer.
İsmini Plevne Kahramanı Gazi Osman Paşa’dan alan Osman sigarası bir süre sonra kapatılmak zorunda kalır. Aynı şirketin ürünü Camel bu tarihe kadar Türk tütünü ile üretilmeye devam eder. 















 

ESKİ PLAK KAPAKLARI
























































 

 

 

 

Maziden Plak Kapaklari
Maziden Plak Kapaklari